12 Temmuz 2011 Salı

Londra 3. gün : 20 Mayıs



Londra’da 3. Günümüz önceki günlerin yorgunluğu ile başladı. İlk 2 gün hiç bir ulaşım aracına binmeyerek gezişimiz sonucu artık ayaklarımız isyan etmişti. Normal şartlarda programımızda St. Paul’s Catedral, Natural History Museum, Albert Memorial, Kensington Palace, Hyde Park ve akşam da Royal Albert’te Eric Clapton konseri vardı. Bugün programa hiç uyamadık L Havaalanına geri dönüş için bilet almamız gerekiyordu, bu da programı çok değiştirdi. (Bkz önceki postlar)

Öncelikle ertesi gün gitmeyi planladığımız British Museum’u bugüne aldık. Sabah erkenden yola döküldük. Önce kahvaltı sonra yolu biraz uzatarak British Museum... Neden yolu hep uzatıyoruz, çünkü ben kurtluyum. Otelden en geç 8’de çıkmazsam bana batıyor, ama her yer de 10’da açılıyor. O nedenle bari Londra havası alalım diye hep erkenden yola çıkıyoruz. Biz otele yaklaşık 2 km uzaklıkta olduğu için yürüyerek gittik, ama siz metroyla gitmek isterseniz 500 metre ilerisinde Holborn durağı var.


Müze 10’da açılıyor ama Grand Court (yukarıdaki foto) dedikleri üstü kapalı avlu 9.30’da açılıyor. O nedenle biz 9.30’da içeriye girdik. Hediyelik eşyacıları gezdik, harita aldık, onu inceleyip stratejik plan yaptık. Müze çok çok büyük. İlgili insanlar 1-2 günde anca bitirir. Ama biz bu tür müzeleri pek sevmiyoruz ve açıkcası müzeye de gittik gördük demek için gitmiştik. O nedenle hangi salonlara gideceğimizi, neleri göreceğimizi harita üzerinde işaretledik. Ve gerçekten bir hızlı tur hedefledik.


Müzeye giriş ücretsiz. Yukarıdaki foto, tam galerinin açılma saatinde, Rosetta Stone'un olduğu kapının önünde çekildi. Bu kalabalığa rağmen, müze büyük olduğu için rahat geziliyor diyebilirim. Ama her esere uzun uzun bakacağım derseniz zor. Uzaktan bakınca herşey kolay :)

Harita için bağış şeklinde bir para ödemeniz gerekiyor. (1-2 pound) Audio guide almadık, ücretli miydi hatırlamıyorum. Müzenin web sitesinde 1 saatlik ya da 3 saatlik programlar var. Eğer siz de hızlı bir tur istiyorsanız onlardan yardım alabilirsiniz. Biz 2 saatte müzeden çıktık. Her salonda “master pieces” işaretlenmişti, ve biz sadece onlara baktık. Bir yerden sonra sadece “adamlar ne getirmişler yaw” (misal aşağıdaki foto) şeklinde olduğundan daha fazla vakit harcamadık, çıktık.


Oradan çıkınca ilk defa metro tecrübemizi yaşadık. Yaşasın! 1 günlük bilet aldık, kişi başı 6,5 Pound olan bu biletle gün içinde dilediğimiz kadar araç kullanabiliyoruz.


Metro ile South Kensington durağına gittik. Hedefimiz Natural History Museum’a gitmek, ondan önce de birşeyler yemekti. Ancak nedense yiyecek bir şeyler bulamadık. Biz Burger King, KFC vs gibi hızlı bir şeyler bulmak istiyorduk. Artık sandviç yemek istemedik, ama şansımıza bakındığımız yerlerde yoktu. Biz de direkt müzeye gittik. Oranın kafesinde bir şeyler yedik. Buz gibi bir bira ve güzel hamburgerler. Hoşumuza gitti. Fiyatını hatırlamıyorum...

Sonra Natural History Museum’u gezmeye başladık.


Buraya giriş ücretsiz. Giriş saatleri 10.00’la 18.00 arasında...Her taraf çocuk. Ama keyifli bir müze. Müze mi denir onu da bilemedim. Müzeyi renklere ayırmışlar. Kırmızı, yeşil, mavi, turuncu... Hepsinin bir konsepti var. Müze oldukça büyük, yine haritalı gezmekte fayda var. Biz sadece mavi bölgeyi gezdik, dinazorlar ve memelileri yani... Kırmızı bölge yerküre, depremler vs ile ilgili, yeşil bölge ekoloji, turuncu bölge ise Darwin ve vahşi yaşamla ilgili. Tüm bunlar çocuklara keyifli bir şekilde anlatmak için tasarlanmış. O nedenle müze mi denir bilemedim, aslında her taraf maket... Çok başarılı bulduk müzeyi. Tam evimizin orada MTA’nın içinde Doğal Tarih müzesi var. Bir gün oraya gidip kıyaslama yapmayı planlıyoruz :) Biz tek salonu yine 2 saatte gezdik.

Her ne kadar planda Hyde Park civarında takılmak vs olsa da daha önce bahsettiğim şekilde Victoria Station’a gidip bilet almamız gerekiyordu. Ve nedense o durağın kapalı olduğunu düşündük. Bir yerlerde bununla ilgili bir şeyler okumuştuk. Ankaralı cahilliğimizle aktarma yapmanın da zor bir şey olduğuna kanaat getirip metroyla Hyde Park Corner’a gidip oradan yürüyelim dedik. Fuzuli bir yorgunluk oldu. Vakit kaybı da tabi.

Victoria Coach Station’da biraz mücadele ile nereden bilet alınabileceğini bulduk. National Express’in satış ofisi. Uzunca bir sıra bekleyip dönüş için biletlerimizi aldık. Baker Street’ten Stansted havaalanına 10 pound para vererek bilet aldık. Sonra metro ile (sarı ya da yeşil hat) Cannon Street durağına gittik. Bu arada metro haritası ile ilgili en önemli şey duraklara gerçek haritadan bakmak. Duraklar ölçeklerine göre yerleşmediği için kimi zaman aldatıcı olabiliyor. Metro haritasına buraya tıklayarak erişebilirsiniz.

Hedefimiz St Paul Katedrali. Bir gün önce dışardan gördüğümüz ve vakitlice gidelim dediğimiz bu katedrale ancak 16.30 gibi gidebildik. Oysa son ziyaret saati 16.00. Bundan sonra da ziyarete açık ama ibadet için... Saat 17.00 gibi koro oluyormuş, yine ziyarete gelenlerden. Dolayısı ile biz ancak içeri girip öyle sağa sola avanak avanak bakındık! Zira ne audio guide kalmış, ne de turlar. Tek avantajı şu oldu, para vermedik. Ama zaten bizim London Pass’imiz vardı, o ndenle bu da anlamlı bir avantaj olmadı. Ama zaten katedralin tavanına falan heyran heyran bakıp çıktığımız için bir şey de kaybettiğimizi düşünmüyorum.


Burası 8.30’dan 16.00’a kadar turistik amaçlı ziyarete açık bir katedral. Pazar günleri sadece ibadete açık. Giriş 14.5 Pound, ancak London Pass ile ücretsiz. En yakın metro durağı St. Paul’s. Ancak Cannon St. ve Mansion House durakları da uzak sayılmaz. Fazla gezemediğimiz için fazla da neler yapılabilir bilmiyorum...

Oradan çıkıp Shakespeare’s Globe’a gittik. Ama yine saat itibari ile yine başarılı olamadık. Yine içeri girip aval aval bakıp çıktık.

Giriş 11,5 Pound, ve yine tahmin edebileceğiniz üzere London Pass ile ücretsiz. Sabahları 9’da açılan tiyatroda akşam 5’e kadar tur yapabilirsiniz. Biz buraya St. Paul’sden yürüyerek gittik, ama sanırım yine en yakın durak Cannon St ya da Mansion House.

Oradan çıkıp biraz Londra sokaklarında dolaştık. Sonra da ver elini Royal Albert... Yine Mansion House yeşil ya da sarı hatta durağından binip South Kensington durağında indik. Yine çok yorulmuştuk ve Royal Albert’a yürümek işkence oldu. Beklediğimiz kadar yakın değilmiş. Web sitesinde 10 dakikalık uzaklıkta diyor ama değil, ya da biz kaybolduk da farkında değiliz  En temizi otobüsle gitmek. Biz otobüs kullanmadığımız için nasıl olduğunu bilmiyoruz, ama web sitesinde otobüsler hakkında bilgi vermiş.


Royal Albert Hyde Park’a bakıyor. Tam karşısında Albert Memorial var. (Yukarıdaki foto) Ona da öyle uzaktan baktık.

Bundan sonrası konser, ve sonra otele dönüş. Geri kalanını ayrı bir postta anlatacağım.

8 Temmuz 2011 Cuma

Londra 2. gün : 19 Mayıs (3.Kısım)

Tekne turu biter bitmez, hemen indiğimiz yerdeki (Tower Pier) Tower of London’a girdik. Güzel bir bahçesi, bir dolu kuleleri, içinde müzeleri olan bu tarihi bina benim çok hoşuma gitti. Kanlı kule, beyaz kule gibi bir dolu kuleleri var. Biz Mayıs ayında gittik, ve bizden sadece 1 ay sonra giden arkadaşlarım buralarda kalabalık yüzünden sıkıntı çektiklerini söyledi. Ben özellikle müzelerin dizaynini sevdim. Daha önce söylemiştim hikayesi olan ve beni bir yerden alıp başka bir yere oklarla ilerleten, yani beni hikayenin içine çeken müzeleri seviyorum. Burası da öyle. Gerçi bir yerde ay daha bitmiyor muuu diye sızlandığımı hatırlıyorum. Böyle yerlerin de öyle bir sıkıntısı var, müzeciler ne kadar gezmeni uygun bulmussa o kadar geziyorsun, sıkıldım çıkacam diyemiyorsun.


Sabah 9 ya da 10’da açılan bu tarihi kuleler, dışardan gördüğümde beklemediğim büyüklükteymiş. Giriş ücreti yaklaşık 20 Pound ama London Pass ile ücretsiz. (Bu arada fark ettiniz mi 3 günlük London Pass’in fiyatını ilk günün yarısında çıkardık) Girişte Audio Guide alabilirsiniz ama 4 pound ücret ödemeniz gerekiyor. Eğer hızlı tur atmak istiyorsanız Audio guide çok verimli değil. Uzun uzun hikayeler anlatıyor. Anlık olarak ben neredeyim, buranın olayı neymiş şeklinde dinleyemiyorsunuz. Biz 1,5 saat civarında vakit ayırdık, ki bu kadar sürmesini beklemiyorduk. Hakettiği şekliyle gezemedik. Biz tekne turu neticesinde ulaştık ama buraya en yakın metro durağı Tower Hill durağı.

İngilterede çok fazla bebek arabası ile gezen turist gördük. Ki zaten yolları otelleri vs bu işe çok uygun. Ancak tarihi binalar tabi ki buna göre tasarlanmamış durumda. Ama mesela burada bir puset parkı yapmışlar. En azından kucak, ya da elinden tutup sürükleme yöntemi ile ailelere bir seçenek sunmuşlar. Yine de erişebilirlik anlamında sorunlu bir yer...

Buradan çıktıktan sonra Tower Bridge deneyimi yaşamaya gittik. Buraya asansör ile çıkılıyor, bir kaç video ile neden yapılmış, nasıl yapılmış vs anlatılıyor. Güzel bir londra manzarası sunuyor. Ancak tüm köprü kirli camlarla kapatıldığı için o manzarayı fotoğraflamak o kadar kolay olmuyor. Biz gittiğimizde “high season” –havalı olsun diye böyle yazdım- olmadığı için ve kapanma saatine yakın olduğu için hiç kalabalık yoktu. Yoksa asansörde falan uzun sıra olabilir. Eğer siz gittiğinizde uzun sıra varsa ve beklemek istemiyorsanız fazla dert etmeyin. İngiltere bitmez bir yer, köprünün üstünden yürümeseniz de bir şey kaybetmezsiniz.


Giriş 8 Pound, ziyaret saatleri 10’la 18 arasında. Tur asansörde başlıyor, köprünün üstünden karşı tarafa geçiyorsunuz, sonra makina dairesini geziyorsunuz...

Buradan çıktığımızda ayağımıza karasular inmişti. 40 dakikalık bir tekne turu ve 10 dakikalık yemek molası dışında sabah 8.30’dan beri yollardaydık. Saat 5’di. Ne yazık ki spor ayakkabı giymiş olmama rağmen iyi bir tercih yapmamışım... Ama burası programımızdaki son durağımızdı. Bundan sonra Thames nehrinin kenarından yürüyerek bir yerlerde bir şeyler içmek, erken bir akşam yemeği yemek ve sonrasında Lion King’e gitmek planımız dahilindeydi. Bunu da hem vaktimiz olduğu için (bu arada saat 5 olmuştu, oyun 19.30’da başlayacaktı, ama biz 19.00’da orada olmayı planlamıştık.) Meğer biraz da yolu uzattığımız için bu arası 5 kilometre falanmış. O yorgunluğun üzerine bu 5 km bitmek bilmedi. O keyifli yol biraz keyifsiz oldu açıkcası. O nedenle şimdi bir daha gitsem nehir kenarında bir puba girer sonra da efendi gibi bir ulaşım aracı kullanarak tiyatronun oraya giderim. Bir de tiyatro orada bir dolu yer var yemek yiyip bir şeyler içilecek. Ama hem çok kalabalık olduğu için hem de hızlı bir yemek istediğimiz için biz yine Pret a Manger sandviç/salatasına talim ettik.

Lion King, son derece keyifli bir müzikal, sanırım bir milyon yıldır Yaklaşık 2,5 saat sürüyor, ve sıkılmadan keyifli bir şekilde izleniyor. Beklendiği üzere bir dolu çocuk var. Başka bir müzikale gitmediğimiz için karşılaştırma yapamıyorum, ama ilk deneyimimiz için oldukça tatmin olduğumuzu söyleyebilirim.

Tiyatro’dan çıktıktan sonra Covent Garden’da biraz takılıp yine Piccadilly, Oxford, Regent vs üzerinden otele döndük.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Londra 2. gün : 19 Mayıs (2.Kısım)

Buckingham kısmı iptal olunca (bkz:önceki post) biz programın önüne geçmiş olduk. Bu arada ilk posttan beri bir program lafı ediyorum ama henüz onu göstermedim. Aşağıda bir fotoğrafını bulabilirsiniz. Bir ara becerebilirsem programı dosya olarak da paylaşacağım. Programın üzerindekiler ise Türkiye'den götürdüğüm ceviz ve kuru kayısılar. Ara öğünüm :)


Programın önüne geçince karşımıza çıkan bir müzeye girelim dedik. Guards Museum.

Biz girdik ve sanırım en fazla 15 dakika içinde çıktık. Hem büyük değil, hem de ilgimizi çekmedi. Ulusal tarihi ile ilgiliyseniz, eskiden bu adamlar ne giyermiş derseniz, ne bileyim nerelerde savaşmışlar, ne kahramanlarmış falan derseniz ilgilenebilirsiniz. Giriş 4 Pound. Ama London Pass ile ücretsiz.


Bu müze St. James Park'ın karşısında, buraya girmektense parkta vakit geçirmek daha anlamlı olabilir. Buradan yine yürüyerek Westminster Abbey'e gittik. Prensin nikahı biz gitmeden 15 gün önce olduğu için burası benim gözümde belediye nikah sarayı gibi olsa da aslında haşmetli bir katedral.



Giriş 16 Pound, ama London Pass ile ücretsiz. Biz içerde 1 saat geçirmişiz. Açıkcası her şeyi ıncık cıncık incelemedik, gezmedik... Ama yine de ben bu sürenin yeterli olacağını düşünüyorum. İlgili birileri yarım günü de geçirir burda, ama ne gerek var di mi? (Aklıma geldi, bundan sonra bu kısımlara en yakın durakları da ekleyeyim.) Buraya en yakın durak Westminster (şaşırtıcı değil mi :))

Buradan çıkınca artık yemek zamanı olduğuna kanaat getiriyoruz. Yemek için vakit harcamak istemediğimizden Westminster Bridge'e (o sırada Big Ben ve Parlimento binasını da aradan çıkarıp) gidip oradaki Tesco'dan yine sandviç alıyoruz. Aslında bu en ekonomik ve hızlı yöntem. Karasular ayaklara doğru ilerlediği için bir çimenliğe çöküp hemen oracıkta azıklarımızı yiyoruz.

Bundan sonra programımızda Tekne turu var. Tekne turu aslında bizim için hem bir ulaşım aracı, hem de gezme aktivitesi. Biz Westminster Pier'dan biniyoruz. Hemen Westminster Bridge'ın orada.


Tekne turu yukarıdaki fotoğraftaki uzakta duran tekneler ile yapılıyor. Normalde tek yön (Tower'a kadar) 8,5 Pound sanırım ama güzel haber London Pass geçiyor. Giderken London Eye durağına da uğruyor ki aslında burası nehrin karşı kıyısı, dolayısı ile orada inmek anlamsız ama nehrin o tarafında olanlar oradan binebilirler pek tabi.. Saatleri sezona göre değişiyormuş, web sitesinden kontrol etmekte fayda var, yarım saatte bir kalkıyor. Biz saatlerini bildiğimiz için hiç beklemedik, iyi oldu. Yolculuk ise yarım saat- 40 dakika kadar sürüyor.

Biz Tower of London'a geldiğimizde tekneden indik. Hemen içeriye girdik. Bundan sonrasını da ayrı bir postta anlatayım bari...

Londra 2. gün : 19 Mayıs (1.Kısım)

Bir gün önce London Pass alamanın hüznü ve bugün yapacak çok şey olmasının heyecanı ile uyandık. Otele kahvaltı dahil değil, o nedenle biraz erken çıkıp önce kahvaltı yapacağız, sonra London Pass alacağız. Günün programında Churchill War Rooms, Buckhingham Palace- askerlerin nöbet değişimi, Westminster Abbay, Big Ben ve parlamento binasının görülmesi, tekne turu, Tower of London, Tower Bridge Experince var. Akşam da önceden biletlerini aldığımız Lion King'e gideceğiz.

Kısaca Westminster bölgesini gezdikten sonra tekne ile Tower of London'a gitmek, akşama da müzikalimizi izlemek.

Bu arada her gün için ayrı ayrı yazmayayım ama kahvaltılarımızı hep bir sandviçle hallettik. Bi gün Eat, bi gün Pret A Manger, bi gün de Starbucks şeklinde. Bir gün de M&S Food'tan aldık, yolda yedik. Sandviçler 3-4 Pound arasındaydı. Kahveyle kişi başı 6 pound'a kahvaltı yapmış olduk. Bunlar her köşebaşında olduğu için hangisinde ne zaman yedik, ne yedik zaten hatırlamıyorum.

Kahvaltıdan sonra London Pass'ın satıldığı yere gittik. 9.30'da açılıyormuş. Ulaşım dahil olamadığı için kişi başı 65 Pound'a 3 günlük London Pass'lerimiz aldık. Oradan yine yürüyerek Churchill War Rooms'a giderken bir anda bir dolu asker ile karşılaştık. Tam Hourse Guards Road'un köşesinde... Bando mızıka tek düzen uygun adım yürüyorlardı. Böyle bir dolu manga (?- öyle mi denir?) geçti önümüzden.


Biraz bu arkadaşları izledikten sonra Churchill War Rooms'a girdik.

Burası her gün 9.30'la 18.00 arasında açık bir müze. Aslında biz müze kısmını gezmedik, Churchill'in ve kurmaylarının 2. Dünya Savaşı sırasında karargah olarak kullandıkları ve konakladıkları odaları gezdik. Giriş 16 Pound, ama London Pass ile ücretsiz. Başarılı bir audio guide sistemi var ve ücretsiz. Biz odalarda yaklaşık yarım saat geçirdik. en azından 45 dakika ya da 1 saat ayırmak daha iyi olabilir. Ben böyle hikayesi olan müzeleri çok seviyorum. O yüzden burayı da çok sevdim.


Buckingham önünde her gün saat 11.30'da nöbet değişimi oluyor. Aslında daha geniş geniş vaktimiz vardı, ama ben o gördüğümüz askerleri Buckingham'a gidiyorlar diye düşündüğüm için biraz acele ettim. Ama dışarda bizi sürpriz bekliyordu. Meğer onlar müzenin az ilerisindeki bir meydana gösteri yapmaya gidiyorlarmış.


Bu bize bonus oldu, uzun uzun bu amcaları izliyoruz. Sonradan ne kadar iyi bir şey yaptığımızı anlayacağız. Söz konusu yer Churchill Museum'dan çıkınca az ilerde... Ben bu fotoğrafları zoomlayarak çektiğim için biraz daha yakın gözüküyorlar, bu sizi aldatmasın. Aslında bu kadar yakın değiliz.


Biz gittiğimizde bu alana giremiyorduk ama yukarıdaki fotoğrafta askerlerin hemen arkasında gözüken pembe alan tribün. Sanırım yaz aylarında ya da yoğun zamanlarda izleyicileri bu kısma alıyorlar. Biz genelde arkalarını seyretmek zorunda kaldık.


Bu kısmı fazla uzattım biliyorum ama yukarıdaki fotodaki hadiseden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Gösteri sırasında en arkadaki erlerden biri bayıldı. Askerler o disiplinlerini hiç bozmadılar, hemen sedye geldi aldı götürdü falan. Bana biraz tiyatro gibi geldi ama emin olamadım. Bilen var mı?

Burayı neden bu kadar uzun anlattım. Çünkü biz Buckingham'ın önüne gidip de gerçek nöbet değişimini izlemedik. Çünkü orası acaip kalabalıktı, bulunduğumuz yerden görmemiz mümkün değildi, ve zaten 1 saat boyunca bu adamların yüzlercesini izlemiştik. 1 manga adamı izlemek cok da önemli gelmedi. Aşağıdaki foto da Buckingham'ın önündeki kalabalıktan... Ki burası önü bile değil... (Biz yaklaşık 20 dakika önce gitmiştik, illa orada izleyeceğim denilirse epey bir erken gitmek gerekiyor sanırım)


Günün geri kalanını ayrı bir postta anlatacağım :)

Londra 1. gün: 18 Mayıs

Londra'ya direkt ucuşla gideceğiz... Sabah uçak 10'da. Londra saati ile 12.30'da Londra'ya inmiş olacağız. Anadolu Jet, THY kadar ikram ve konforlu uçuş sunmasa da saat ve yorgunluk avantajı ile kalbimizi kazanıyor. Üstelik giderken uçak boş, en ön sıraya yerleşiyoruz. Hostesler de 2 adım ötemizde olduğundan çay kahve ile keyifli bir yolculuk geçiriyoruz.

Stansted havaalanı karışık bir havaalanı değil. Körükte kırmızı kapaklı "Welcome to London 2011" kitapçığı görünce hemen 2 tane aldık. Haritası acaip işimize yaradı. Ki ben google maps'i gitmeden ezberlemiştim.

Trenle ana terminale ulaştıktan ve sonra pasaport kontrolünü atlattıktan sonra ülkeye giriş yapmış olduk. İlk hedefimiz otobüsleri bulmak ve bilet almak. Daha önce de yazdığım gibi, biz National Express A6 otobüsünü kullandık. Bilet alır almaz hemen dışarda küçük bir terminal var ve bir dolu şehire otobüsler buradan kalkıyor. A6'da uzun bir sıra vardı, bilette yer ve saat yazmıyor. O sıraya giriliyor, otobüs doldukça kalkıyor. Sanırım her 20 dakika'da bir var otobüs. Biz 2. otobüse binebildik. Stansted'ten yaklaşık 1,5 saat sürdü. Ama yer üstünden olduğu için sıkıcı bir yolculuk olmadı.

Niyetimiz otele eşyalarımızı bırakıp Sherlock Holmes müzesine gitmek, belki müzenin hemen oradaki Regents Park'ta takılmak, Oxford St, Bond Street, Piccadilly, Thames falan yürüyerek şehir turu yapmak. İlk gün London Pass'ımız ve ulaşım kartımız yok. (bkz: Londra'ya gitmeden önce)

Aslında otele yakın başka bir durakta (Bond St.) inmeyi planlamış ve biletimizi ona göre almıştık.
Ama bir önceki durakta (Baker St.) otobüs tam Sherlock Holmes müzesinin karşısında duruverdi. Biz de attık kendimizi otobüsten... Valizimizi ne yapacağımızı sorduk, verin bize dediler, biz de 6 Pound ödeyerek müzeyi gezmeye başladık.


Sherlock Holmes müzesine giriş 6 Pound. London Pass geçmiyor. 3 katlı bir ev... Daracık merdivenler ile geziliyor o yüzden yoğun günlerde sorun olabilir. Zaten içeriye bir grup girmeden diğer grubu almıyorlar. Mutlaka görün diyemem. Ama ben sevdim. Giderseniz foto çektirin :) Çok uzun sürecek bir aktivite değil, yarım saat - 45 dakika fazla bile...


Oradan çıktıktan sonra asıl niyetimiz Regent's Park olmasına rağmen hala valizli olduğumuz için direkt otele gidelim istedik. Yürüyerek Oxford Street'e son derece yakın otelimize gittik. Eşyaları odaya bırakıp hemen sokağa çıktık. Henüz bir şeyler yemediğimiz için otele yakın Wigmore Street'teki Starbucks'tan bir şeyler alıp yedik-içtik. Sonrasında da Oxford St., Regents Street, Piccadilly vs vs dolaştık. London Pass'i almak istiyorduk ama ne yazık ki ilk gün bu işi halledemedik.

Soluğu Apple Store'da almamız aslında programımızda yoktu ama kocamın şahsi programında olduğu için bir şey diyemedim.

İngiltere'nin yağmurunu sadece bu sırada gördük. 1 saat süresince sağanak şeklinde yağmur yağdı, ama onun dışında tüm seyahat süresince hava gayet güzeldi.

Akşama kadar bu şekilde gezince bir yerlere oturalım da bir bira içip bir Fish and Chips yiyelim dedik. Ama nedense bu kadar kolay olmadı. Ya ortamı beğenmedik, ya fiyatı, ya kalabalık geldi, ya fazla boş. Neyse bir yerde zorla yer bulup oturduk, ve aksam yemeğimizi yedik. Regents St. civarındaki bu yerin adını hatırlamıyorum şu anda...

Akşam biraz daha nehir kenarına inelim istedik. Civarda dolaştık, fotoğraf çekmeye çalıştık, hediyelik eşyacılara baktık, süpermarketlere girdik. London Pass nerede satılıyormuş onu anladık. Haritaları ve şehri çözdük. Yine yürüyerek otelimize geri döndük.



Londra'ya gitmeden önce



Londraya gitmeden tam 3 ay önce aldık biletlerle oteli... Türk Havayolları sağolsun, direkt uçuş var artık Ankara’dan. Saatleri de çok makul. O nedenle hiç aklımızda olmadığı halde rotamızı İngiltere’ye çevirdik.

Ama biliyoruz ki Londra pahalı... O nedenle bilet almadan önce otel de araştıralım dedik. Orbitz.com kullanarak 2’sini birden halletmeye karar verdik. Uçak biletlerinin ucuzluğunu kaçırmamak için çok da uzun uzundıya düşünmeden bir anda aldık biletlerle konaklamayı... Ucak biletleri 2 kişi gidiş dönüş 900 lira civarındaydı biz aldığımızda. Orbitz’den 4 gece konaklama + ucak biletini 1500 USD’e aldık (2 kişi). Ayarladığımız otel ise Mandeville Palace’dı... Avrupa’da çok otelde kalmadım, ya da kaldıklarım büyük ölçüde işyerinden ayarlanmış otellerdi... O nedenle kendi ayarladıklarım ve sağdan soldan duyduklarımla yorum yapabiliyorum, son derece güzel bir oteldi. Hem yeri, hem ortamı itibari ile şıktı. Zaten aslında iş oteliydi. Biz sadece oda aldık, kahvaltı fiyata dahil değildi.

Bunları hallettikten sonra ben sıkı bir internet gezginliğine başladım. Sokak sokak her yeri google maps marifeti ile gezdim. Gidilecek yerleri çıkarttım. Ve neredeyse saat saat bir program yaptım. İngiltere gezilecek değil yaşanacak bir ülke, ya da sadece gördüğüm kadarıyla konuşayım, Londra gezilecek değil yaşanacak bir şehir. Ve bizim sadece 4 günümüz vardı. Bu program çok işimize yaradı. Birebir tabi ki uyamadık, ama yine de iş gördü.

Londra’da London pass var. Bu hem bir “müze kart” hem de isterseniz ulaşım ekleyebiliyorsunuz. Programı çıkarınca bu karta ihtiyacımız olduğunu da anlamış olduk, zira gireceğimiz yerlerin ücretleri bu kartın yüksek ücretinden daha çok tutuyordu. Yine bir optimizasyon çalışması yaptık, ve ilk günümüzü otel cevresinde gecirip London Pass’e dahil olmayan yerlerde gidersek 3 günlük kartın yeterli olacağına kanaat getirdik. Ve ilk hatamızı burada yaptık. Kartı büyük bir dinazorluk örneği göstererek internetten satın alıp evimize postalatmadık. –ki bunu yapan arkadaşlarımız hiç sorun yaşamadılar- Neden bu sorun oldu? Çünkü ulaşım eklentisi sadece internetten satın almalarda geçerliymiş. Ve kart öyle her köşe başında da bulunmuyormuş, tek bir merkezden dağıtım yapılıyormuş. Onun da çalışma saatleri son derece güdükmüş. O nedenle vakti olan herkese kartlarını internetten almalarını ve eve yollamalarını tavsiye ediyorum.

Bunun dışında müzikal, oyun, konser bir şeyler bulalım dedik. Biz Lion King’e karar verdik. Biletimizi yine önceden aldık (Mayıs ortası için 2 Martta). Biletleri TicketMaster’dan aldık. Balkon kısmında (ROYAL section- F sırası) fena olmayan bir yer için 60 Pound/kişi verdik. Aynı gece Royal Albert Hall’daki Eric Clapton konserine de bilet aldık. Ona da kişi başı 35 Pound verdik. En ucuz biletlerdi, Eric Amca’yı görmedik bile :)

Daha vize almadık bu arada dikkatinizi çekerim...

İngiltere vizesi belgeler açısından zorlayıcı, çünkü herşeyi İngilizce istiyor. Ve cidden her şeyi istiyor. Ama tüm vize süreçlerini WorldBridge diye bir aracı kuruma havale etmişler. Onlar ise tüm süreçleri kolaylaştırıyor. Fransa ve Hollanda için vize alırken yaşadığım bekleme ve muamele eziyetini düşününce burası ilaç gibi geldi bana. Güleryüzlü insanlar, sırasız bekleme salonu vs vs.. Biz Salı günü evraklarımızı verdik, Perşembe günü pasaportlarımızı aldık. Gerci sezon değildi, ama yine de bizi çok mutlu etti.

Dönelim İngiltere organizasyonuna... Biz Stansted Havaalanı’na inecektik. Oradan şehir’e nasıl gideceğimizi de önceden araştırdık. Heathrow’un aksine orada metro yok. Stansted Express trenine binilip hızlı bir şekilde şehre ulaşılabilir. Ya da bizim yaptığımız gibi otobüs tercih edilebilir. Biz karar verirken süre ve fiyat dışındaki yürüme mesafesini de parametre olarak kullandık. Otobüs daha uzun sürüyor ama daha ucuz ve otele yürüme mesafesinde bir yerde de durağı var. İlk gün metroya da binmeme kararımız yüzünden otobüsü tercih ettik. Pişman olmadık. Bileti önceden almamıştık. Orada aldık (10 Pound / tek gidiş / kişi), ilk otobüse bindik. Burada da yeri gelmişken bir uyarıda bulunayım. Biz nasıl döneceğimize çok bakmamıştık, dönüşe orada karar veririz demiştik. “Hele bi otobüse binelim, belki beğenmeyiz” burjuvasisi... O nedenle bileti alırken gidiş dönüş almadık. Sonra dönüşü de aynı şekilde yapmaya karar verdiğimizde 2 saat Victoria Station’a gitme, sıra bekleme vs vs olarak geri döndü bu bize. Internetten de alamadığımız için (çıktı istiyordu, otelden alamadık) O nedenle gidiş-dönüş faydalı olabilir...

Bu ön hazırlıklardan sonra nihayet yola çıkma zamanı...