26 Haziran 2012 Salı

Uzakdoğu 4. Gün: 27 Şubat 2012

Bugün turun serbest günü. Ama tabi biz erkenden yola döküleceğiz.
Turda tanıştığımız şirin Tuğçe ve Simruy ile birlikte sabah buluşup önce saraya gitmeye karar veriyoruz. Sabah erken çıkmamızın iki önemli gerekçesi var, hava çok sıcak ve sarayın çok kalabalık olduğunu duymuşuz. O nedenle ucuz taksiye binip sabah 8.00 gibi otelden ayrılıyoruz.

Saray
 
 
Saray



Saray'da nöbet değişim törenine rastlıyoruz.

Saray bana gerçekten disneyland'ı hatırlatıyor.
Saray  'da açılıyor ve giriş için bir dress code var :) En azından yarım kollu giyinmek, tayt gibi vücudu saran şeyler giymemek gibi koşullar var. 8.30'da saray açılıyor. Ve biz ilk ziyaretçilerdeniz. Ancak az önce bahsettiğim kıyafet yönetmeliğine takılıyoruz, o nedenle kızlar bizden ayrılıp taytı kapatacak bir şeyler aramaya gidiyorlar. Giriş 400 baht ve bu orası için cidden iyi para :) Kişi başı 25 lira gibi düşünebiliriz. 

İçerisi cidden ihtişamlı. Yine de burayı görmeden Bangkok'ta orayı görmezseniz geziniz eksik kalır diyenlere inat ben o kadar da etkilenmedim. İçeride zümrüt buda ve kralın sarayı var. Ama sanki disneyland. O kadar renkli ve o kadar masalsı...

İçeride yaklaşık 1,5-2 saat kalıyoruz, ancak güneş yavaş yavaş zorlamaya başlıyor. Bu arada içerisi son derece kalabalık olmaya başlıyor. İyi bir saatte geldiğimize hükmedip saraydan ayrılıyoruz.

Bir sonraki durağımız Wat Arun'a gitmek üzere çabalamaya başlıyoruz. Benim kitabı bilgim iyi (hangi iskeleden neye bineceğiz vs) Kocamın ise harita bilgisi. Biz bu iki bilgi ile inatlaşırken adamın biri yanımıza yanaşıyor, hemen nerdensin, Aaa HAsan Şaş falan deyip bizi yanlış tarafa yönlendiriyor. Meğer onun turlarının olduğu tarafmış o. Daha önce Wat Arun'a gitmek için ödenecek paraları bildiğim için turun bu kazığını yemiyoruz. biraz yol yürüyerek şehir hatları vapuruna biniyoruz :) Bu sandal (!) nehrin iki yakası arasında gidip geliyor. 3 dakika falan sürüyor nehri geçmesi. Yine de o sıcakta tekne ile karşıya geçmek hoşumuza gidiyor.
Wat Arun karşıda, nehirin öte yanında.

Ancak Wat Arun'a gidince içeriye girmiyoruz. Daha ziyade oradaki hediyelik eşyacılarda takılıyoruz, biraz dinleniyoruz, şu fotoğrafları çektirip bolca eğleniyoruz.


Bir süre sonra oradan ayrılıp artık bu sıcakta bir alışveriş merkezine gitmek lazım diyoruz. Yine taksiye binip bu sefer Siam Paragon'a gidiyoruz. Bu dün gittiğimiz alışveriş merkezine göre daha lüks bir alışveriş merkezi. Önce Alışveriş merkezinin içindeki bir italyan restauranına yemek yiyoruz. (Pomodoro) ve son derece memnun kalıyoruz.

Yemekten sonra da Siam Ocean World'e gidiyoruz. İçeride çok keyif alıyoruz. Yalnız içerisi ne kadar güzelse 4D sineması da o kadar kötü. Boşuna vakit kaybettik.

Sonrasında MBK isimli alışveriş merkezine gidip biraz dolanıp biraz da vakit geçirmek için  Gateaux House isimli bir zincir kahveciden kahve içip tatlı yiyoruz.

Oyalanma nedenimiz aksam Siam Niramit isimli bir şova gidecek olmamız. Tayland kültüründen dans ve şovları içeriyor. Biz oraya erken gidiyoruz, çünkü okuduğumuz kadarıyla içeride gezilecek bir köy vs de var. Ayrıca içerde açık büfe bir yemek salonu da varmış. Biz tok olduğumuz için yemek seçeneğini almıyoruz, oradaki büfede cips ve bira ile oyalanıyoruz. Zaten köyde de o kadar uzun vakit geçirilmiyormuş. Standart koltuklara kişi başı 1500 Baht yani 90 TL civarında bir para veriyoruz. Buna yemek ekleseydik 20 lira fazla verecektik. Show 8'de başlayacak ancak ondan önce bahçede beklerken dans etmeye başlıyorlar. İçerde fotoğraf çekmek yasak, tüm makinalara el konuluyor. O nedenle çok erken değil ama 7 gibi orada olmak faydalı olabilir.

Show 80 dakika sürüyor. Açıkcası bir yerden sonra bu bana fazla geldi. Sahne etkileyici ama yine de paranın karşılığını vermek için uzatılmış bir show izlenimi veriyor.

Siam Niramit'ten çıkınca Sirocco'ya gitmek istiyoruz. Burada da dress code var. Şort, sandalet vs gibi şeylerle almıyorlar. Ve biz aslında buna uygun giyindik. Ne yazık ki buraya da sırt çantamız var diye giremiyoruz.

Biz de madem öyle bir Irish Pub'a gideriz ve Guinness içeriz diyoruz. Buranın en populer birası Singha, ve biz bu Singha'yı da çok sevdik, ama Sirocca'ya giremediğimiz için küsüz, biralarını içmiyoruz.


18 Haziran 2012 Pazartesi

Uzakdoğu 3. Gün: 26 Şubat 2012

Uzakdoğu için plan yaparken en çok zorlandığım şey zaman planı yapmak oldu. Tura bağlı olmak, internetteki bilgilerin yetersiz oluşu vs plan yapmamı engelledi. Dolayısı ile ilk defa bir seyahate plan yapmadan, anlık kararlar ile gezme planı ile gittim.
Benim gibi plan takıntılı birileri okur belki diye yazmaya başladığım bu blogta ne yazık ki bu Uzakdoğu seyahati için ben de pek detaylı bilgi veremediğimi fark ettim. Bunun iki nedeni var;
1.       Turla gidince gerçekten kendin gezdiğin kadar hakim olamiyorsun hiçbir şeye.
2.       Yazarken çok uzun aralar veriyorum, ben de unutuyorum.
Bu girizgah beklentileri karşılayamazsam diye bir özür mahiyetinde yapıldı, şimdi asıl konuya gelebiliriz.
Günlerden Pazar ve Bangkok’tayız. Turla birlikte yüzen çarşıya gideceğiz, oradan dönüşte turdan ayrılma niyetimiz var. Bangkok’un meşhur trafiğinden etkilenmeden yola çıkıyoruz, malum günlerden Pazar ve biz şehrin biraz dışındayız.
Hindistan Cevizi Çiftliği

İlk önce bir Hindistan cevizi çiftliğine uğruyoruz. Çiftlik falan deyip beklentiyi yükseltmeyeyim, bir numara yok. Arkada hindistan cevizi ağaçları. Önde hindistan cevizlerini nasıl kullandıklarını gösteren 3-4 tezgah. Ve bir hediyelik satış tezgahı. Ancak bu ilk pazarlık deneyimimiz olacak çok heyecanlıyız. Hindistan cevizi yağlarından alıyoruz. (Bu yağları kullanamadım, zira ankara’ya gelince dondular. Hava 36 derece, hala donuk vaziyetteler J)
Kocamın ilk pazarlık denemesi
Tahminen bir yarım saat sonra asıl istikametimiz olan Yüzen Pazar’a doğru hareket ediyoruz. Saat 9 gibi orada oluyoruz. Uzunca bir sıra var, ve bu sıra Bangkok’ta gördüğüm sanırım tek sıra. Burayı internetten oldukça fazla kaynaktan okumuştum, ama yine de en keyifli kısmının Yüzen Pazar’a gitmek için kullanılan tekneler olduğunu atlamışım. Pazardan ziyade pazara ulaşmak için kullanılan tekneler hoşumuza gitti bizim.
Pazarda yeniden bir kano kiralamadık, karadaki pazarlarda gezdik. Taze meyve ve biraz hediye alışverişi yaptık. Sonra da ilaç gibi gelen bir buzlu kahve içtik. Pazarlık sevmeyen insanlar olarak çoğu şeyin fiyatını bile soramadık, zira sorunca alana kadar pazarlık yapmak zorunda kalıyorsun. Yine de belki de bizim alma modumuzun düşük olduğunu fark eden satıcılar yüzünden internette bahsedilen kadar zor durumlar yaşamadık. Kimse alalım diye boynumuza yapışmadı.
Neler aldık/alınabilir derseniz… Taze meyvelerden alıp onları yerken yürüyebilirsiniz. Güzel, püfür püfür elbiseler var, ben bir hasır çanta aldım. Tiger Balm dedikleri vicks benzeri ilaçtan alınabilir. El işçilikleri biblolar vs… Ancaaaak, bunların hepsini şehirde daha ucuza bulmak mümkün. Tiger balm bütün Boots Mağazalarında var. Ayrıca alışveriş merkezleri özellikle MBK’da yüzen çarşıda satılan her şeyi gördük. Dolayısı ile bence çarşıda çok alışverişe gerek yok.
Bu arada  kazık yeniyor mu, evet yeniyor. Ama önemli mi, değil…
Misal, bir yerde bir şey beğendik. Tanesine 800 Baht dedi. Biz 3 tanesini 1000 Bahta aldık. Daha sonra başka bir yerde aynısını 270 bahta, daha sonra 190 bahta ve en sonunda 150 bahta gördük. Düşününce ne olacak tabi, biz 20 liraya almışız, ederi 9 liraymış. Türkiye de görsem 40-50 liraya da alırdım zaten.
Pazardan 11.30 gibi ayrılıyoruz ve tur bizi teak atölyesine götürüyor. İşçiliklere hayran kalmamak elde değil.
Teak atölyesinden sonra turdakiler kanal turuna katılacaklar, ancak biz kanal turunu kısmen yaptığımızı düşünüp kendi kendimize gezmek istiyoruz. Turla yeniden akşam otelde buluşacağız, ve önce “sea food market”e sonra da gece pazarına gideceğiz.
Tur kanal turuna binecekleri River City Alışveriş Merkezinde bırakıyor bizi. Oradaki alışveriş merkezinde bir şey yok, ancak güzel cafeler var. Yine de biz hemen yemek istemiyoruz. Oradan MBK dedikleri alışveriş merkezine gidelim diyoruz. Bangkok için araştırma yaparken herkesin alışveriş merkezine gitmesine çok şaşırmıştım. Ancak hem hava şartları hem de ucuzluk nedeniyle görünen o ki, alışveriş merkezine gitmek burada turistlik bir aktivite. Dolayısı ile biz de akıma uyuyor ve alışveriş merkezine gidiyoruz.
Riverside’ın oradaki taksiciler bizi kapıda karşılayıp nereye, şu kadara götürürüm vs diye sıkıştırıyorlar. 20 lira falan istedikleri para. Serkan yok diyor, yoldan bineriz. Biraz ilerleyip onlardan kurtuluyoruz. Kadının birine taksi ile nasıl gideceğimizi soruyoruz, yolun hangi tarafından falan… Ama kadın inatla bizi otobüse bindirmek istiyor. Ne gerek var 30 baht vereceksiniz sadece falan diyor. Sırf kadına ayıp olmasın diye durağa kadar gidip o arkasını dönünce taksiye biniyoruz. Taksi bizi 90 bahta yani 5 lira civarında bir paraya götürüyor.
Alışveriş merkezinin bir kısmı tezgah tezgah… Orada da az da olsa pazarlık imkanı var, ancak çok da yapılmıyor. Biraz dolaşıp daha önce arkadaşlarımızın tavsiye ettiği Fuji isimli japon restaurantına gidiyoruz. Pek memnun kalmasak da –Japon mutfağını da sevmiyor olabiliriz tabi J- tıka basa doyuyoruz.
Oradan yine taksi ile 6-7 lira vererek epey uzaktaki otelimize gidiyoruz. Amaç turla buluşmak.
Turun programına göre önce sea food market’e gideceğiz, oradan da gece pazarına.

Her ne kadar şehirdeyken sırf bunun için otele dönmek anlamsız gelse de organizasyon problemi olmasın diye dönüyoruz. Ve bu noktada seni uyarmak isterim sevgili okuyucu, turun bu kısmına katılma, boşver. İstersen kendin de rahat rahat gidersin.

22 Nisan 2012 Pazar

Uzak Doğu 2. gün : 25 Şubat 2012

Bangkok Havaalanı
Uçaktan modern bir havaalanına indik. Vize olmadığı için kısa bir pasaport kontrolünden geçtik, valizlerimizi aldık, terminalin çıkışına gittik. Ama bizi orada karşılayacak yerel tur henüz gelmediği için uzun bir süre beklemek zorunda kaldık. Bu turun tek aksaklığıydı diyebilirim.
Beklerken önce Euro bozdurduk. Havaalanı Euro bozdurmak için kötü bir yer olduğundan sadece 50 Euro bozdurduk. Bu da epey para yapıyor aslında. 1,5 liraya kola içince anladık. Beklediğimiz yerde bir turizm bilgi bürosu vardı. Oradan harita alıp şehri etüd ettik J
Nihayet otobüsümüz gelince her blogta okuyabileceğiniz gibi binerken yerel kıyafetli bir kadınla poz verdik, sonra otelde bunları bize sattılar.
Bangkok ile ilgili en büyük izlenimim para J Her şey ucuz evet, ama elin sürekli cüzdanında... Sürekli para konuşuyorsun, pazarlık yapıyorsun ve bir şeyler alıyorsun. Avrupa’da gezerken 1 metro bileti, 1 müze kartı ile tüm etkinlikleri yaparken burada foto çekmek istiyorsan para, onların çekmesini istiyorsan ayrı para, yok onun basılmasını istiyorsan ayrı para... Pazarlık ise ayrı konu... Ben sevmem, sıkılırım... Sırf bu sürece girmemek için az alışveriş yaptım diyebilirim.

Wat Tramit Tapınağı
Neyse gelelim Bangkok’a... Turda aslında 16 kişiyiz, ama ilk 2 gün ETS’nin başka bir turu ile beraberiz. O nedenle yaklaşık 1 otobüs adamız. Yusuf bey (rehberimiz, hatırladınız mı J) güzel güzel anlatarak bizi ilk durağımız olan Altın buda tapınağı (Wat Traimit Tapınağı). Burası çin mahallesinde. 7 eleven her yerde bu arada. Biz de tapınağı gezip bir 7 eleven'a attık kendimizi. Abur cubur aldık.

Yatan Buda
Yine çin mahallesinin içinden geçerek bir diğer tapınağa, bu sefer Yatan Buda’ya gittik.
Bu arada Bangkok’ta trafiği gitmeden önce her yerde okuyoruz. İstanbul’un trafiğinden beter yazıyor heryerde. Ama biz çok az girdik bu trafiğe. Gidişimizin ve 3 günümüzden 2’sinin haftasonuna gelmesi büyük avantaj oldu.
Trafikten bahsetmişken taksilerden de bahsedeceğim. Çok ucuz! İnternette taksicilerin nasıl kazıkladığı, nasıl dolaştırdığı vs anlatılıyor hep. Biz hiç dolandırılmadık (Haritalar sayesinde biliyoruz) ama dolandırılsaydık bile sanırım 7 lira değil de 9 lira verirdik. Bu kadar ucuz taksilerin olduğu yerde dolandırılacak mıyız diye kaygılanmaya gerek yok.
Neyse, turumuza geri dönelim... Yatan Buda’yı da gezdik. Bu arada tüm tapınaklara cami gibi ayakkabı çıkararak girmek gerekiyor. Kıyafete de özen göstermek fazla açık giymemek gerekiyor. Tapınaklar çok renkli çok gösterişli. Budizm sade bir din değil miydi yahu? Yatan Buda’nın olduğu tapınağın bahçesi çok güzel. Huzur verdi bana.
Sonra biraz daha otobüsle şehir turu... Artık çok acıktığımız için bir McDonald’s’ın önünde durduk. Köftelerin kokusu biraz farklı sanki?!
İstikamet otel. Montien Riverside. Çok merkezi bir otel değil, ama güzel. Şehrin içinde olmak çok önemli değil zaten, taksi olduğu sürece... Ama biz çok otelde vakit geçiremeyen insanlarız, yürünebilir bir yol olsaydı bari, orada oyalanırdık dedik...
Otelde biraz oyalandıktan sonra akşam yeniden tur ile buluştuk. Meşhur Thai masajından yaptıracağız. Lüks bir masaj salonuna gittik. Sıramızı beklerken yine bir 7 Eleven’dan aburcubur alarak akşam yemeğimizi yaptık.
Masaj 2 saat civarında sürüyor, 800 baht. Yani 50 lira. Masaj çok güzel ama sanırım benim beklentim çok yüksekti, o kadar da rahatlamadım. Yine de güzel bir tecrübe denemek lazım. Bize verdikleri pijama benzeri pazen kıyafetleri giyip bize masaj yapacak kadınları bekledik. 2 kişilik küçük bir oda. Kadınlar geldi, önce ayaklarımızı yıkadı. Sonra ışıklar kapandı ve serkan’la bana senkronize bir masaja başladılar. Ben ahhh uff dedikçe de güldüler. Pek yavaş bir masaj değil, epey bir hırpalıyor J
Oradan çıkınca otelimize gittik. İlk gün bitti. Yarın merak ettiğim Yüzen Pazar var. Sabah erken kalkacağız.

Uzak Doğu 1. gün : 24 Şubat 2012

Bangkok
İlk gün aslında yol... O yüzden uzun bir yazı olmayacak bu...
Bangkok, Singapur turunu ETS’den satın aldık. Uzak uçuş olduğu için THY yani aktarmasız olması en önemli kriterimizdi. Pek turla bir yerlere gitmeyi sevmiyoruz ama ilk defa Avrupa dışında bir yere gideceğimiz için ve otel+uçak bileti bizim kendi başımıza alacağımız uçak biletinden ucuza geleceği için ETS ile gitmeyi tercih ettik. Erken rezervasyon indirimi ile 1000 Euro verdik. Ankara bağlantısını ise kendimiz ayarladık. Tur 24 Şubat’ta 19.45 İstanbul-Bangkok uçağı ile başladı.
Öncesinde pek bir hazırlık yapmadım. Aslında çok yapmak istedim ama internetten çok anlamlı olmadı. Zaten turla gideceğimiz için, ve bazı yerlerde onlara bağlı olacağımız için bir program yapma şansımız da olmadı.
Vize desen, o da yok. Ne güzel bir şey vizeye gerek kalmadan ülke ülke gezebilmek. Devlet memuru olmadığıma sadece bu vize işi aklıma geldiğinde üzülüyorum.
Tura 2 gün kala rehberimiz aradı, kendisini tanıttı, yanımıza almamız gereken şeyleri söyledi. (Şemsiye, yağmurluk, güneş kremi...) Hoşumuza gitti. Uçağa binene kadar kendisi ile tanışmadık. Uçakta ise yine yanımıza geldi. Yusuf Bey...

THY ile gitmek aktarmasız ucuş olduğu için avantajlı
Uçuş süper olmasa da rahattı...
THY’nin en güzel avantajı saatleri. 19.45’de bindik. Sabah yerel saatle 09.00’da indik. Uçuş 8 saat sürdü. 5 saat de saat farkı var.

Gezi Oncesi

Yazmıyorum zira vaktimin çoğunu bir sonraki seyahatimiz olan Edinburgh calışmaları kaplıyor. Ondan önce yazabilirsem Bangkok-Pattaya ve Singapur seyahatimizi yazacağım. GAP'ın bitmediğinin farkındayım ama onun üzerinden o kadar çok zaman geçti ki yazamıyorum.

Edinburgh'a calisirken

25 Ocak 2012 Çarşamba

GAP Turu 2. Gün: 15 Kasım 2010

Fırat'la tanıştığımız yer
Sabah tur için kalk borusu çalıyor. Otelde bir kahvaltıdan sonra Adıyaman'dan ayrılıyoruz. İlk hedef Atatürk Barajı. Yol boyunca rehberimiz bize yöre ile ilgili bilgi veriyor. Keyifli bir yolculuk oluyor.


Atatürk Barajı
Atatürk barajında bir numara yok :) Su, baraj, devasa falan. Orada bir çay molasından sonra yola devam ediyoruz. Rotamız Urfa. Atatürk barajından sonra yaklaşık 2 saat yol giderek Urfa'ya varıyoruz. Bu turun olayı yol. 6 günde 2500 km yapıp evimize döneceğiz. Günlerin uzun olması da bu yüzden önemli, zira yollarda sık sık duruyoruz, bir yere uğruyoruz, fotoğraf molası veriyoruz vs, ve tabi tüm bunların keyfi gündüz çıkıyor.


Eyüp Peygamber'in Makamı
Urfaya varır varmaz önce Eyüp Peygamberin sabrettiği mağaraya gidiyoruz. Duamızı ediyoruz. Turla gitmenin dezavantajı, hızlı gezen bizler mecburen sağa sola kaybolan insanları beklemek zorunda kalıyoruz. Bu bir sıkıntıya yol açmasa da vakit kaybına yol açıyor.
Urfada herkes poşu takıyor. Hepsi de mor. Rehberimizin bunun sadece moda olduğunu söylüyor. Süleyman Demirel orayı ziyaretinde mor poşi takmış, ondan beridir herkes öyle takılıyormuş. Rehberimiz aralarda bize burada mutlaka ciğer yememiz gerektiğini, baharat almamız gerektiğini vs anlatıyor. ama bizi bir türlü yemeğe götürmüyor. Öldük açlıktan be adam!

Reşat. Harran'lı rehber.

Harran'lı Şebnem
40 dakikalık bir yolculuktan sonra Harran'a gidiyoruz. Fiyakalı bir yerel rehber karşılıyor bizi Harran'da. Reşat :) Reşat'ın anlattıklarını dinliyoruz, Harran evlerini geziyoruz. Yöresel kıyafetler giyip fotoğraf çektiriyoruz. Orada da çay molası, biraz alışveriş...

Harran

 Yaklaşık 1 saat kaldığımız Harran'dan ayrılıyoruz. Urfa'ya döneceğiz. Ve nihayet yemeeeek :) Osmanlı konuk evinde yiyoruz. Yemekler güzel ve biz deli gibi açız. Serkan acıdan gözleri dolana kadar acı yiyor. Patlıcanlı kebabı nasıl yememiz gerektiğini öğreniyoruz. (Akşam yemeğinden hemen sonra yazdığım bu satırlarda bile ay olsa da yesek dedim şimdi) Yer sofrasında bağdaş kurup yemek de zor, ama ne yapalım, burada böyle... Ayakkabıları da çıkarıyoruz tabi, ama çıkarmak istemeyene galoş da var :)
Bayram Alışverişi

Bu arada bayramdan önceki gün, arefe... Her tarafta tezgahlar ve inanılmaz bir kalabalık var.

Balıklı Göl


Yemekten sonra Balıklı göl...


Sonra Urfa çarşılarında alışveriş. Rehberimizin dediği yerden sumak, kırmızı biber, isot vs alıyoruz. Kazık yemişiz, olsun varsın. Poşiler, şallar renk renk desen desen. Urfa çarşıları hareketli. Hem turistler hem de bayram alışverişindeki yöre halkı. Serkan Urfalı bir asker arkadaşı ile karşılaşıyor.

Sonra nihayet otele gidiyoruz. Otelimiz yanılmıyorsam Grand Urfa oteli.

Urfa beklemediğim modernliği, ve insanlarının sıcaklığı ile beni çok etkiledi.


Sıra Gecesi
Otelde yemekten sonra sıra gecesi için bir yere gidiyoruz. ehhh işte...Yine de yol arkadaşlarımız vs ile eğleniyoruz.


Sıra gecesinden sonra yine Balıklıgöle gidiyoruz. Hem otobüs bizi oradan alacak. Hem de balıklı gölü bir de gece görmek istiyoruz. Gündüz tezgahların olduğu yerlerin tümü seyyar ciğerci olmuş. Otelin yakınında bir yerde sokakta gecenin 1'inde ciğer yiyoruz. Ama rehber o kadar çok tembihledi ki soğan mutlaka yiyin bağırsaklarınız bozulur diye korkumdan basıyorum ciğerin içine soğanı. Ciğer mi yedim soğan mı yedim anlamıyorum.

Gece bitiyor. Otele dönüyoruz.

Böyle yol turlarının en güzel yanı kısa zamanda çok şehir görmek. Kötü yanı ise her gece ayrı otelde kalma yüzünden bir türlü yerleşememek. Bavulları hiç boşaltmadığımızdan toplamak da dert olmuyor.

Ertesi gün Diyarbakır ve Mardin'e gideceğiz.



24 Ocak 2012 Salı

GAP Turu 1. Gün: 14 Kasım 2010

2010 yılında Kurban Bayramı'nda hem şehirde kalmak istemedik hem de ne yapacağımızı bilemedik. Son günlere doğru seçenekler iyice azalmışken GAP turuna gitmeye karar verdik. Ankara çıkışlı turlarda adını sık sık duyduğumuz SALTUR'dan bir tur ayarladık. Plana göre 1 gece Adıyaman, 1 gece Urfa, 2 gece Mardin, 1 gece de Antep olmak üzere toplamda 5 gece 6 gün bir turdu.

Yol uzun, ilk gece saat 21.00 civarında otobüse bindik. Otobüste yer numaraları turu alma zamanına göre veriliyor. Biz son dönemde aldığımız için en arkanın bir önünde oturuyoruz. Yanımızda bir abla kardeş, ile bir orta yaşlı çift oturuyor. (Meğer bu ailenin bizim yaşlarımızda bir kızı varmış, o da önde oturuyormuş) Otobüsün arkası tangır tungur, acayip soğuk, rehberimizin de pek umrunda değiliz açıkcası. Otobüsün geneli orta yaşlı, eyvah diyoruz biz ne yaptık.

Otobüs dolar dolmaz  rehberimiz anlatmaya başlıyor neler yapacağımızı. Daha doğrusu neler yiyeceğimizi. Sanki kültür turu değil, gastronomi turu! Her cümlesini de "aman oranın yağları farklıdır, her yemeğin yanında muhakkak soğan yiyin" demeyi unutmuyor. Boşuna demiyormuş!

Otobüsün bir kötü yanı da 2 saatte bir mola vermesi. Biz bunu rehberin çok sigara içmesine bağlıyoruz. Ama dönüş yolunda anlıyoruz ki boşuna durmuyormuş!

Uyuya uyana, pek de konforlu bir yolculuk yapmadan varıyoruz Adıyaman'a. Otelimiz Grand İsias. Odaya yerleşiyoruz, kahvaltıyı otelde yapıyoruz. biraz dinlenme molası belirlenen saatte lobide tur arkadaşlarımız ile buluşuyoruz.


İlk defa turla bir yere gittiğimiz için şaşırıyoruz, ya biz çok kalenderiz, ya da insanlar çok hassas. Turun genelinde huysuz insanlar var, ve aslında insan en yakınları ile bile 20 kişi bir yere gitse sorun çıkar. Hiç tanımadığımız bu huysuz insanlarla ne yapacağız biz bir hafta!?!

Yeniden otobüse doluşup ilk durağımız kahta'ya doğru yola çıkıyoruz. Baraj kenarındaki bir tesiste balık yiyeceğiz. Hava kasım ayına göre oldukça güzel. Tüm tur dışarda oturuyor, biz de kedilere rağmen dışarda oturmaya karar veriyoruz. Böylece tüm tur beni ilk gün tanıyor! Çünkü ben kedilerden inanılmaz korkarım. üzerime yürüdüğünü ve bana saldırdığını iddia ettiğim masum bir kedi yüzünden ben yine ayılıp bayılıyorum. Beni içerdeki bir masaya alıyorlar. Yemek fena değil.
Kahta

Oradan yeniden otobüse biniyoruz. Malum gün erken kararıyor. Konusu açılmışken söyleyeyim. GAP turuna gidecekseniz ;
1. Kışın gitmeyin, hava çoook erken kararıyor.
2. Bayramlarda gitmeyin, her taraf kapalı oluyor.
"E, 19 Mayıs tatilinde deniz güneş duruken ne işim var benim GAP'ta" derseniz, onu bilemem.

Neyse, en son otobüse binmiştik. Hedefimiz Nemrut. Karakuş tümülüsü, Cendere köprüsü gibi bilumum yerlerde durup fotoğraf çektiriyoruz. Rehberimiz bize nerenin ne olduğunu güzel güzel anlatıyor. Rehberimiz bilgi ve yöreye hakimiyeti konusunda çok iyi, ama biz müşteriyiz, o da  Saltur'un temsilcisi vs algısı yok. İşini iyi yapıyor, gerisine karışmıyor.
Nemrut'un virajlı yolları

Nemrut'a çıkan yol kötü. Güneşin batışını da kaçırmamız gerekiyor. Ama otobüste ay aman of teyzeler var. Yol virajlı diye tansiyonu arttırıyorlar. Bu arada bir noktada otobüsü terk edip minibüslerle yola devam ediyoruz.

Nemrut'ta bir fotoğraf çekimi
Artık minibüsle de çıkılamayacak yere geldik. Yolun geri kalanını yürüyeceğiz. Bu arada rehberimiz sık sık bizi uyardı. hava sıcak sanmayın, tepede güneş gidince hava buz olacak diye. Haklıymış adam. Biz oflaya puflaya yukarı çıkıyoruz. Bu arada yukarıda bahsettiğim yol arkadaşlarımızla (abla-kardeş, 3 kişilik aile) samimi olmaya başlıyoruz, nihayetinde arka dörtlü kurbanlarıyız.

Nemrut

Nemrut cidden şahane. Bayılıyorum.

Nemrut
Güneş batar batmaz da hava buz gibi. T-shirtle çıktığımız yolu polarlar, bereler ile geri iniyoruz. Girişteki çaycıda bir sıcak çay içiyoruz. Turla gitmenin dezavantajı, sürekli geride kalan birileri oluyor, ve biz sürekli bekliyoruz.

Oradan yine maceralı bir yolculuk ile Adıyaman'a geri dönüyoruz.

Akşam yemeği otelde. Tavuk ve pilav veriyorlar akşam yemeği diye. Bence sakıncası yok, ama turdakiler yine söyleniyorlar, neden yöresel bir şey vermediler diye. Haklılar galiba.

Yemekten sonra tur arkadaşları ile Adıyaman sokaklarında turlayalım diyoruz, ama adıyamanda bir numara yok. Otelin hemen yanı işportacılardan oluşan bir gece pazarı. Ama bayram yakın diye de öyle bir pazar kurulmuş olabilir, emin değilim.

Çok gecikmeden otele dönüyoruz. Ertesi gün Atatürk Barajını göreceğiz, sonra da Urfa...

Hollanda 5-6-7 ve 8. Gün: 28-30 Nisan, 1 Mayıs

Son 4 gün hiç yazmamışım. Aslında biraz tembellikten. Sabahları gün ölmesin diye erken kalkıp yazıyordum, ama 4. günden sonra yapacak cok bisey kalmayınca 9'da uyanmaya başladım yazamadım.
Tersten gideceğim, hatirlamak daha kolay oluyor....

Gün 8 - Cumartesi
Dönüş günü... Uçak saat 17.30'da. 3'e kadar vakit var. Kuzen de annesinin evinde sızdığı için sabah 4 kişi fırında yapılmış kruvasanlarla kahvaltı yaptık. Sonra kuzenin çalıştırdığı küçük takımın (10-11 yaşındaki çocuklar) maçına gittik. Kuzen sezon başından beri bu takımın antrenörü. Ligde kendi kategorilerinde oynuyorlar. Gittik, cocuklar maç yaptı biz izledik. Rakibi yendiler, şampiyon oldular. Onların kutlamasına eşlik ettik. Sonrasında dışardan endonezya yemeği alıp evde yedik. Pek sevmedim endonezya yemeklerini.

Uçak için havaalanına gittik sonra... Aktarmalar ve beklemeler ile uzun bir yolculuktan sonra evimize vardık...

Gün 7 - Cuma - Kraliçe Günü
Bugün Hollanda'da milli bir bayram. Kraliçenin doğumgününü kutluyorlar. Tüm meydanlarda konserler, gösteriler... Tüm şehirlerden Amsterdam'a gelenler var. Herkes Turuncu birşeyler giymiş/takmış ve ellerinde şaraplar biralar. Kanallarda ise teknelerde bir dolu parti... Biz aslında tatilimizi bugünü de kapsayacak şekilde genişletmiştik. Teyzem görmek lazım dedi diye. Gerçekten görmek lazımmış.


Bir gün önceden bir meydanda yer kaptık. Yeri koli bantları ile işaretlemek sureti ile... Bu kaptığımız yerde teyzemin evden atacaklari ile 2. el satış yapacağız :) Sabahın köründe (7.30 sanırım) elimizde 4 koca bavul ile evden çıktık. 3 kişi zar zor taşıdığımız bu eşyaları götürüp standımıza yerleştirdik. Hava buz bu arada... Satılık olan örtülerden birini üzerime alıp, kraliçe günü berelerinden birini kafama takınca evsiz birine dönüştüm :)


Malların bir kısmını satıp 20 Euro kazanıp geri kalanını çöpe atıp meydanlara doğru yollara koyulduk. Millet cosmuş. Cidden bir karnaval havası. Düşününce mevzu çok komik, eski kraliçelerinin doğumgünü... Ama millet sokaklarda ellerinde içki kocaman bir doğumgünü partisi halinde...




Akşamüstü kuzenle eşim bizi satmayı / kaybetmeyi başardılar, ve bir ton sinir bozukluğu ile eve döndük. O yüzden akşamı es geçiyorum.

Gün 6 - Perşembe
Bugün artık hiiiç planımız yok. Sadece belediyeye gideceğiz, oradan da peynir alışverişine. Sabahtan bunları halledip, sonra yine bizim faslı balıkçıdan balık yaptırıp evde yedik.

Akşam üstü yine Dam'a giderek biraz dolaştık. 6.30'da evde olmamız gerekiyordu, teyzemin arkadaşı ile teyzemin yeni evine biraz eşya taşıyacaktık. Onları taşıdık.

Evde şarap keyfi bir süre...

Gece yine yürüyerek bir gün sonrası için yer tutmaya gittik. Acaip yağmur yağdı. Yerimizi tutup yine yürüyerek geri döndük. neden yürüdüysek. Sırıksıklam olduk :)

Gün 5 - Çarşamba

Sabahtan Vondelpark... Burası Amsterdam'da şehrin içindeki en büyük park. Teyzemin evinden yürüyerek 20 dakika. Ama biz nasıl becerdiysek 1 saatte yürüdük. Önce belediyeye, oradan semt evine, oradan şişeciye vs derken bi baktık 1 saat olmuş. Belediye meğer çarşamba sabahtan kapalıymış! Orada bir dolu insan part-time çalışıyor. Birine çalışıyor musun diye sorunca evet 24 saat, evet 18 saat falan gibi cevaplar veriyor.

Vondelpark çok güzel, huzur dolu bir yer... Orada oturup bir kahve içtik.

Vondelpark çıkışında yine kuzenle buluştuk. İstikamet kilise manastır falan :) Beginjhof, dam meydanının hemen yakınında bir manastır. Küçücük bir kapının arkasında sessiz bir bahçe karşılıyor insanı. Cidden insan hayret ediyor o küçücük kapıdan açılan huzura. Aaa pardon ondan önce bir kiliseye uğradık. Şansımıza bir ayin vardı. Bir iki dakika ayine katıldık. Oradan Beginjhof'a geçtik.

Güzel bir öğle yemeğinden sonra müzelerin o tarafa doğru gittik. Yine bir yerlerde oturup birşeyler içtik. Sonra biz rijksmuseum'a girdik. Teyzem ve kuzen bizden ayrıldılar. Rijks çok bizlik değilmiş, Van Gogh'tan aldığım keyfi orada çok alamadım. Oradan çıkınca bot turu yaptık. Centraal Station'da indik. Yine yürüyerek bir bara gittik. Guinnesslere bu sefer sıcak tabağı eşlik etti. Oralarda takılıp yine metro ile eve döndük.

Hollanda 4. Gün: 27 Nisan 2010




Dün daha teyzem uyurken evden çıktık. Niyetimiz yarım günlük bir şehir turuna katılmak. Şehre inince önce ayılalım dedik, güzel bir kahve içtik... sonra turun olduğu yere gittik. Önce otobüs turu, sonra Van Gogh müzesi, sonra kanal turu. Aslında yaptıkları şey sadece bunlar için indirimli bilet sağlamak, yoksa rehberli bir tur değil bu. Sadece otobüs turu...

Otobüse bindik, hostesimiz ingilizce kendini tanıştırdı, sonra da şoförü... Kiraz ve Özkan! Hollanda'nın belli yerlerinden geçerek çooook ilginç (!) bir yere gittik. Elmas fabrikası!!!

Burada yaklaşık 3 dakika pırlanta nasıl yapilir vs anlattıktan sonra yaklaşık 25 dakika yaptıklarını satmaya çalıştılar. Sonra da yaklaşık 25 dakika otobüsü bekledik. Gerçi otobüs yolculuğu iyiydi. Kulaklıkla Türkçe dinleyebiliyordun turu... Ama kısaydı... Benim beklediğim bi 1 saat dolaşmasıydı...
Oradan çıkınca yahudi mahallelerinden geçerek Van Gogh müzesine gittik, orada indik... Müzeyi gezdik uzun uzun. Sanattan resimden anlayan biri değilim. Sanat bana bi gömlek büyük sanırım. Ama buradan çok keyif aldım... Ha bakmayın müze aktif olarak 2 kat. Bi iki kat daha olsaydı böyle der miydim bilmiyorum ama Van Gogh tam benlikmiş boyut olarak. Aşağıda hoş bir de cafesi vardı. Orada yemek yenebilir diye düşündük ama saat 2'i geçmişti. Ve biz akşam 5'de yemek yiyecektik. (kuzenin akşam 6.30'da işte olması gerekiyor)

Müzeden çıkınca bota binmemiz gerekiyordu aslında... ama baktık botun bileti 31 Aralığa kadar geçerli, onu salladık! Bugün Rikjsmuseum'a gideceğiz, ondan sonra kullanmaya karar verdik. Bu arada Brugge'e gitmemeye karar verdiğimiz için bugün de boşa çıktı :)
Ben yürüyelim diye tutturdum... Önce Hard Rock cafe civarına gittik, oradan Leidseplein 'den geçerek Dam'a yürüyorduk ki, hadi dedik Anna Frank'a gidelim. Valla ne Rijks'de ne Van Gogh'ta sıra vardı ama burada uzuuun ve zor ilerleyen bir sıra vardı. Serkan da kitabı okumamış, çok anlamsız buldu o sırayı. Bi 10 dakika bekledik, baktık ilerlemiyor, ayrıldık. Yine istikamet Dam. Giderken bir yerde oturduk, kanallardan birinde... Kahvemizi içtik.
Akşam başka bir semte yemek için gidecektik. Teyzem bizim elimize yazıp verdi 14 no'lu şu trene bin, şu durakta in diye. Önce durağı tespit edelim, binme zamanımız geldiğinde aranmayalım dedik. Gittik durağı bulmaya. Yürü yürü aaa yine Anna Frank'ın oraya çıktık! Veee bu sefer sıra yok! Tramvay'a binmemize 40 dakika var. Hemen girdik içerik. Bir güzel de orayı gezdik.
Sonra bindik tramvaya. Elimizde strip (sanırım!) biletler var. Bu uzun bir kağıt. Gideceğin durağı söylüyorsun, adam ne kadarlığa denk geliyorsa oraya bir damga basıyorlar. Biz bindik kondüktör yok trende.. Bizimle birlikte bir de türbanlı bir kız bindi. Bu arada genelde Hollandalılar Akbil gibi basıp okuttukları birşey kullanıyorlar. Türbanlı kızın da elinden bizimki gibi bilet var. Omuz silkti kız geçti oturdu. Dedik neyse kondüktör gelince basılıyor herhalde. Meğer bi makinesi varmış, oradan basmak gerekiyormuş. Biz bunu inerken fark ettiğimiz için kaçak yolculuk yapmış olduk. Bütün akşam da teyzemlerin buradaki Türkler böyle zaten, bak geldiler 3 günde böyle oldular diye dalga geçip durular.
Neyse gittik susiler, woklar, tatlılar, balıklar, valla hepsini götürdük. Oradan çıktık, yarı yarıya yürüyerek sonra da tramvayla evimize döndük.
5 Zarla oynanan keyifli bir Hollanda oyunu varmış, waffle'larımızı yiyerek onu oynadık.
Bu post resimsiz oldu, zaten bir yandan teyzemle muhabbet ettim bi yandan yazdım...