25 Ocak 2012 Çarşamba

GAP Turu 2. Gün: 15 Kasım 2010

Fırat'la tanıştığımız yer
Sabah tur için kalk borusu çalıyor. Otelde bir kahvaltıdan sonra Adıyaman'dan ayrılıyoruz. İlk hedef Atatürk Barajı. Yol boyunca rehberimiz bize yöre ile ilgili bilgi veriyor. Keyifli bir yolculuk oluyor.


Atatürk Barajı
Atatürk barajında bir numara yok :) Su, baraj, devasa falan. Orada bir çay molasından sonra yola devam ediyoruz. Rotamız Urfa. Atatürk barajından sonra yaklaşık 2 saat yol giderek Urfa'ya varıyoruz. Bu turun olayı yol. 6 günde 2500 km yapıp evimize döneceğiz. Günlerin uzun olması da bu yüzden önemli, zira yollarda sık sık duruyoruz, bir yere uğruyoruz, fotoğraf molası veriyoruz vs, ve tabi tüm bunların keyfi gündüz çıkıyor.


Eyüp Peygamber'in Makamı
Urfaya varır varmaz önce Eyüp Peygamberin sabrettiği mağaraya gidiyoruz. Duamızı ediyoruz. Turla gitmenin dezavantajı, hızlı gezen bizler mecburen sağa sola kaybolan insanları beklemek zorunda kalıyoruz. Bu bir sıkıntıya yol açmasa da vakit kaybına yol açıyor.
Urfada herkes poşu takıyor. Hepsi de mor. Rehberimizin bunun sadece moda olduğunu söylüyor. Süleyman Demirel orayı ziyaretinde mor poşi takmış, ondan beridir herkes öyle takılıyormuş. Rehberimiz aralarda bize burada mutlaka ciğer yememiz gerektiğini, baharat almamız gerektiğini vs anlatıyor. ama bizi bir türlü yemeğe götürmüyor. Öldük açlıktan be adam!

Reşat. Harran'lı rehber.

Harran'lı Şebnem
40 dakikalık bir yolculuktan sonra Harran'a gidiyoruz. Fiyakalı bir yerel rehber karşılıyor bizi Harran'da. Reşat :) Reşat'ın anlattıklarını dinliyoruz, Harran evlerini geziyoruz. Yöresel kıyafetler giyip fotoğraf çektiriyoruz. Orada da çay molası, biraz alışveriş...

Harran

 Yaklaşık 1 saat kaldığımız Harran'dan ayrılıyoruz. Urfa'ya döneceğiz. Ve nihayet yemeeeek :) Osmanlı konuk evinde yiyoruz. Yemekler güzel ve biz deli gibi açız. Serkan acıdan gözleri dolana kadar acı yiyor. Patlıcanlı kebabı nasıl yememiz gerektiğini öğreniyoruz. (Akşam yemeğinden hemen sonra yazdığım bu satırlarda bile ay olsa da yesek dedim şimdi) Yer sofrasında bağdaş kurup yemek de zor, ama ne yapalım, burada böyle... Ayakkabıları da çıkarıyoruz tabi, ama çıkarmak istemeyene galoş da var :)
Bayram Alışverişi

Bu arada bayramdan önceki gün, arefe... Her tarafta tezgahlar ve inanılmaz bir kalabalık var.

Balıklı Göl


Yemekten sonra Balıklı göl...


Sonra Urfa çarşılarında alışveriş. Rehberimizin dediği yerden sumak, kırmızı biber, isot vs alıyoruz. Kazık yemişiz, olsun varsın. Poşiler, şallar renk renk desen desen. Urfa çarşıları hareketli. Hem turistler hem de bayram alışverişindeki yöre halkı. Serkan Urfalı bir asker arkadaşı ile karşılaşıyor.

Sonra nihayet otele gidiyoruz. Otelimiz yanılmıyorsam Grand Urfa oteli.

Urfa beklemediğim modernliği, ve insanlarının sıcaklığı ile beni çok etkiledi.


Sıra Gecesi
Otelde yemekten sonra sıra gecesi için bir yere gidiyoruz. ehhh işte...Yine de yol arkadaşlarımız vs ile eğleniyoruz.


Sıra gecesinden sonra yine Balıklıgöle gidiyoruz. Hem otobüs bizi oradan alacak. Hem de balıklı gölü bir de gece görmek istiyoruz. Gündüz tezgahların olduğu yerlerin tümü seyyar ciğerci olmuş. Otelin yakınında bir yerde sokakta gecenin 1'inde ciğer yiyoruz. Ama rehber o kadar çok tembihledi ki soğan mutlaka yiyin bağırsaklarınız bozulur diye korkumdan basıyorum ciğerin içine soğanı. Ciğer mi yedim soğan mı yedim anlamıyorum.

Gece bitiyor. Otele dönüyoruz.

Böyle yol turlarının en güzel yanı kısa zamanda çok şehir görmek. Kötü yanı ise her gece ayrı otelde kalma yüzünden bir türlü yerleşememek. Bavulları hiç boşaltmadığımızdan toplamak da dert olmuyor.

Ertesi gün Diyarbakır ve Mardin'e gideceğiz.



24 Ocak 2012 Salı

GAP Turu 1. Gün: 14 Kasım 2010

2010 yılında Kurban Bayramı'nda hem şehirde kalmak istemedik hem de ne yapacağımızı bilemedik. Son günlere doğru seçenekler iyice azalmışken GAP turuna gitmeye karar verdik. Ankara çıkışlı turlarda adını sık sık duyduğumuz SALTUR'dan bir tur ayarladık. Plana göre 1 gece Adıyaman, 1 gece Urfa, 2 gece Mardin, 1 gece de Antep olmak üzere toplamda 5 gece 6 gün bir turdu.

Yol uzun, ilk gece saat 21.00 civarında otobüse bindik. Otobüste yer numaraları turu alma zamanına göre veriliyor. Biz son dönemde aldığımız için en arkanın bir önünde oturuyoruz. Yanımızda bir abla kardeş, ile bir orta yaşlı çift oturuyor. (Meğer bu ailenin bizim yaşlarımızda bir kızı varmış, o da önde oturuyormuş) Otobüsün arkası tangır tungur, acayip soğuk, rehberimizin de pek umrunda değiliz açıkcası. Otobüsün geneli orta yaşlı, eyvah diyoruz biz ne yaptık.

Otobüs dolar dolmaz  rehberimiz anlatmaya başlıyor neler yapacağımızı. Daha doğrusu neler yiyeceğimizi. Sanki kültür turu değil, gastronomi turu! Her cümlesini de "aman oranın yağları farklıdır, her yemeğin yanında muhakkak soğan yiyin" demeyi unutmuyor. Boşuna demiyormuş!

Otobüsün bir kötü yanı da 2 saatte bir mola vermesi. Biz bunu rehberin çok sigara içmesine bağlıyoruz. Ama dönüş yolunda anlıyoruz ki boşuna durmuyormuş!

Uyuya uyana, pek de konforlu bir yolculuk yapmadan varıyoruz Adıyaman'a. Otelimiz Grand İsias. Odaya yerleşiyoruz, kahvaltıyı otelde yapıyoruz. biraz dinlenme molası belirlenen saatte lobide tur arkadaşlarımız ile buluşuyoruz.


İlk defa turla bir yere gittiğimiz için şaşırıyoruz, ya biz çok kalenderiz, ya da insanlar çok hassas. Turun genelinde huysuz insanlar var, ve aslında insan en yakınları ile bile 20 kişi bir yere gitse sorun çıkar. Hiç tanımadığımız bu huysuz insanlarla ne yapacağız biz bir hafta!?!

Yeniden otobüse doluşup ilk durağımız kahta'ya doğru yola çıkıyoruz. Baraj kenarındaki bir tesiste balık yiyeceğiz. Hava kasım ayına göre oldukça güzel. Tüm tur dışarda oturuyor, biz de kedilere rağmen dışarda oturmaya karar veriyoruz. Böylece tüm tur beni ilk gün tanıyor! Çünkü ben kedilerden inanılmaz korkarım. üzerime yürüdüğünü ve bana saldırdığını iddia ettiğim masum bir kedi yüzünden ben yine ayılıp bayılıyorum. Beni içerdeki bir masaya alıyorlar. Yemek fena değil.
Kahta

Oradan yeniden otobüse biniyoruz. Malum gün erken kararıyor. Konusu açılmışken söyleyeyim. GAP turuna gidecekseniz ;
1. Kışın gitmeyin, hava çoook erken kararıyor.
2. Bayramlarda gitmeyin, her taraf kapalı oluyor.
"E, 19 Mayıs tatilinde deniz güneş duruken ne işim var benim GAP'ta" derseniz, onu bilemem.

Neyse, en son otobüse binmiştik. Hedefimiz Nemrut. Karakuş tümülüsü, Cendere köprüsü gibi bilumum yerlerde durup fotoğraf çektiriyoruz. Rehberimiz bize nerenin ne olduğunu güzel güzel anlatıyor. Rehberimiz bilgi ve yöreye hakimiyeti konusunda çok iyi, ama biz müşteriyiz, o da  Saltur'un temsilcisi vs algısı yok. İşini iyi yapıyor, gerisine karışmıyor.
Nemrut'un virajlı yolları

Nemrut'a çıkan yol kötü. Güneşin batışını da kaçırmamız gerekiyor. Ama otobüste ay aman of teyzeler var. Yol virajlı diye tansiyonu arttırıyorlar. Bu arada bir noktada otobüsü terk edip minibüslerle yola devam ediyoruz.

Nemrut'ta bir fotoğraf çekimi
Artık minibüsle de çıkılamayacak yere geldik. Yolun geri kalanını yürüyeceğiz. Bu arada rehberimiz sık sık bizi uyardı. hava sıcak sanmayın, tepede güneş gidince hava buz olacak diye. Haklıymış adam. Biz oflaya puflaya yukarı çıkıyoruz. Bu arada yukarıda bahsettiğim yol arkadaşlarımızla (abla-kardeş, 3 kişilik aile) samimi olmaya başlıyoruz, nihayetinde arka dörtlü kurbanlarıyız.

Nemrut

Nemrut cidden şahane. Bayılıyorum.

Nemrut
Güneş batar batmaz da hava buz gibi. T-shirtle çıktığımız yolu polarlar, bereler ile geri iniyoruz. Girişteki çaycıda bir sıcak çay içiyoruz. Turla gitmenin dezavantajı, sürekli geride kalan birileri oluyor, ve biz sürekli bekliyoruz.

Oradan yine maceralı bir yolculuk ile Adıyaman'a geri dönüyoruz.

Akşam yemeği otelde. Tavuk ve pilav veriyorlar akşam yemeği diye. Bence sakıncası yok, ama turdakiler yine söyleniyorlar, neden yöresel bir şey vermediler diye. Haklılar galiba.

Yemekten sonra tur arkadaşları ile Adıyaman sokaklarında turlayalım diyoruz, ama adıyamanda bir numara yok. Otelin hemen yanı işportacılardan oluşan bir gece pazarı. Ama bayram yakın diye de öyle bir pazar kurulmuş olabilir, emin değilim.

Çok gecikmeden otele dönüyoruz. Ertesi gün Atatürk Barajını göreceğiz, sonra da Urfa...

Hollanda 5-6-7 ve 8. Gün: 28-30 Nisan, 1 Mayıs

Son 4 gün hiç yazmamışım. Aslında biraz tembellikten. Sabahları gün ölmesin diye erken kalkıp yazıyordum, ama 4. günden sonra yapacak cok bisey kalmayınca 9'da uyanmaya başladım yazamadım.
Tersten gideceğim, hatirlamak daha kolay oluyor....

Gün 8 - Cumartesi
Dönüş günü... Uçak saat 17.30'da. 3'e kadar vakit var. Kuzen de annesinin evinde sızdığı için sabah 4 kişi fırında yapılmış kruvasanlarla kahvaltı yaptık. Sonra kuzenin çalıştırdığı küçük takımın (10-11 yaşındaki çocuklar) maçına gittik. Kuzen sezon başından beri bu takımın antrenörü. Ligde kendi kategorilerinde oynuyorlar. Gittik, cocuklar maç yaptı biz izledik. Rakibi yendiler, şampiyon oldular. Onların kutlamasına eşlik ettik. Sonrasında dışardan endonezya yemeği alıp evde yedik. Pek sevmedim endonezya yemeklerini.

Uçak için havaalanına gittik sonra... Aktarmalar ve beklemeler ile uzun bir yolculuktan sonra evimize vardık...

Gün 7 - Cuma - Kraliçe Günü
Bugün Hollanda'da milli bir bayram. Kraliçenin doğumgününü kutluyorlar. Tüm meydanlarda konserler, gösteriler... Tüm şehirlerden Amsterdam'a gelenler var. Herkes Turuncu birşeyler giymiş/takmış ve ellerinde şaraplar biralar. Kanallarda ise teknelerde bir dolu parti... Biz aslında tatilimizi bugünü de kapsayacak şekilde genişletmiştik. Teyzem görmek lazım dedi diye. Gerçekten görmek lazımmış.


Bir gün önceden bir meydanda yer kaptık. Yeri koli bantları ile işaretlemek sureti ile... Bu kaptığımız yerde teyzemin evden atacaklari ile 2. el satış yapacağız :) Sabahın köründe (7.30 sanırım) elimizde 4 koca bavul ile evden çıktık. 3 kişi zar zor taşıdığımız bu eşyaları götürüp standımıza yerleştirdik. Hava buz bu arada... Satılık olan örtülerden birini üzerime alıp, kraliçe günü berelerinden birini kafama takınca evsiz birine dönüştüm :)


Malların bir kısmını satıp 20 Euro kazanıp geri kalanını çöpe atıp meydanlara doğru yollara koyulduk. Millet cosmuş. Cidden bir karnaval havası. Düşününce mevzu çok komik, eski kraliçelerinin doğumgünü... Ama millet sokaklarda ellerinde içki kocaman bir doğumgünü partisi halinde...




Akşamüstü kuzenle eşim bizi satmayı / kaybetmeyi başardılar, ve bir ton sinir bozukluğu ile eve döndük. O yüzden akşamı es geçiyorum.

Gün 6 - Perşembe
Bugün artık hiiiç planımız yok. Sadece belediyeye gideceğiz, oradan da peynir alışverişine. Sabahtan bunları halledip, sonra yine bizim faslı balıkçıdan balık yaptırıp evde yedik.

Akşam üstü yine Dam'a giderek biraz dolaştık. 6.30'da evde olmamız gerekiyordu, teyzemin arkadaşı ile teyzemin yeni evine biraz eşya taşıyacaktık. Onları taşıdık.

Evde şarap keyfi bir süre...

Gece yine yürüyerek bir gün sonrası için yer tutmaya gittik. Acaip yağmur yağdı. Yerimizi tutup yine yürüyerek geri döndük. neden yürüdüysek. Sırıksıklam olduk :)

Gün 5 - Çarşamba

Sabahtan Vondelpark... Burası Amsterdam'da şehrin içindeki en büyük park. Teyzemin evinden yürüyerek 20 dakika. Ama biz nasıl becerdiysek 1 saatte yürüdük. Önce belediyeye, oradan semt evine, oradan şişeciye vs derken bi baktık 1 saat olmuş. Belediye meğer çarşamba sabahtan kapalıymış! Orada bir dolu insan part-time çalışıyor. Birine çalışıyor musun diye sorunca evet 24 saat, evet 18 saat falan gibi cevaplar veriyor.

Vondelpark çok güzel, huzur dolu bir yer... Orada oturup bir kahve içtik.

Vondelpark çıkışında yine kuzenle buluştuk. İstikamet kilise manastır falan :) Beginjhof, dam meydanının hemen yakınında bir manastır. Küçücük bir kapının arkasında sessiz bir bahçe karşılıyor insanı. Cidden insan hayret ediyor o küçücük kapıdan açılan huzura. Aaa pardon ondan önce bir kiliseye uğradık. Şansımıza bir ayin vardı. Bir iki dakika ayine katıldık. Oradan Beginjhof'a geçtik.

Güzel bir öğle yemeğinden sonra müzelerin o tarafa doğru gittik. Yine bir yerlerde oturup birşeyler içtik. Sonra biz rijksmuseum'a girdik. Teyzem ve kuzen bizden ayrıldılar. Rijks çok bizlik değilmiş, Van Gogh'tan aldığım keyfi orada çok alamadım. Oradan çıkınca bot turu yaptık. Centraal Station'da indik. Yine yürüyerek bir bara gittik. Guinnesslere bu sefer sıcak tabağı eşlik etti. Oralarda takılıp yine metro ile eve döndük.

Hollanda 4. Gün: 27 Nisan 2010




Dün daha teyzem uyurken evden çıktık. Niyetimiz yarım günlük bir şehir turuna katılmak. Şehre inince önce ayılalım dedik, güzel bir kahve içtik... sonra turun olduğu yere gittik. Önce otobüs turu, sonra Van Gogh müzesi, sonra kanal turu. Aslında yaptıkları şey sadece bunlar için indirimli bilet sağlamak, yoksa rehberli bir tur değil bu. Sadece otobüs turu...

Otobüse bindik, hostesimiz ingilizce kendini tanıştırdı, sonra da şoförü... Kiraz ve Özkan! Hollanda'nın belli yerlerinden geçerek çooook ilginç (!) bir yere gittik. Elmas fabrikası!!!

Burada yaklaşık 3 dakika pırlanta nasıl yapilir vs anlattıktan sonra yaklaşık 25 dakika yaptıklarını satmaya çalıştılar. Sonra da yaklaşık 25 dakika otobüsü bekledik. Gerçi otobüs yolculuğu iyiydi. Kulaklıkla Türkçe dinleyebiliyordun turu... Ama kısaydı... Benim beklediğim bi 1 saat dolaşmasıydı...
Oradan çıkınca yahudi mahallelerinden geçerek Van Gogh müzesine gittik, orada indik... Müzeyi gezdik uzun uzun. Sanattan resimden anlayan biri değilim. Sanat bana bi gömlek büyük sanırım. Ama buradan çok keyif aldım... Ha bakmayın müze aktif olarak 2 kat. Bi iki kat daha olsaydı böyle der miydim bilmiyorum ama Van Gogh tam benlikmiş boyut olarak. Aşağıda hoş bir de cafesi vardı. Orada yemek yenebilir diye düşündük ama saat 2'i geçmişti. Ve biz akşam 5'de yemek yiyecektik. (kuzenin akşam 6.30'da işte olması gerekiyor)

Müzeden çıkınca bota binmemiz gerekiyordu aslında... ama baktık botun bileti 31 Aralığa kadar geçerli, onu salladık! Bugün Rikjsmuseum'a gideceğiz, ondan sonra kullanmaya karar verdik. Bu arada Brugge'e gitmemeye karar verdiğimiz için bugün de boşa çıktı :)
Ben yürüyelim diye tutturdum... Önce Hard Rock cafe civarına gittik, oradan Leidseplein 'den geçerek Dam'a yürüyorduk ki, hadi dedik Anna Frank'a gidelim. Valla ne Rijks'de ne Van Gogh'ta sıra vardı ama burada uzuuun ve zor ilerleyen bir sıra vardı. Serkan da kitabı okumamış, çok anlamsız buldu o sırayı. Bi 10 dakika bekledik, baktık ilerlemiyor, ayrıldık. Yine istikamet Dam. Giderken bir yerde oturduk, kanallardan birinde... Kahvemizi içtik.
Akşam başka bir semte yemek için gidecektik. Teyzem bizim elimize yazıp verdi 14 no'lu şu trene bin, şu durakta in diye. Önce durağı tespit edelim, binme zamanımız geldiğinde aranmayalım dedik. Gittik durağı bulmaya. Yürü yürü aaa yine Anna Frank'ın oraya çıktık! Veee bu sefer sıra yok! Tramvay'a binmemize 40 dakika var. Hemen girdik içerik. Bir güzel de orayı gezdik.
Sonra bindik tramvaya. Elimizde strip (sanırım!) biletler var. Bu uzun bir kağıt. Gideceğin durağı söylüyorsun, adam ne kadarlığa denk geliyorsa oraya bir damga basıyorlar. Biz bindik kondüktör yok trende.. Bizimle birlikte bir de türbanlı bir kız bindi. Bu arada genelde Hollandalılar Akbil gibi basıp okuttukları birşey kullanıyorlar. Türbanlı kızın da elinden bizimki gibi bilet var. Omuz silkti kız geçti oturdu. Dedik neyse kondüktör gelince basılıyor herhalde. Meğer bi makinesi varmış, oradan basmak gerekiyormuş. Biz bunu inerken fark ettiğimiz için kaçak yolculuk yapmış olduk. Bütün akşam da teyzemlerin buradaki Türkler böyle zaten, bak geldiler 3 günde böyle oldular diye dalga geçip durular.
Neyse gittik susiler, woklar, tatlılar, balıklar, valla hepsini götürdük. Oradan çıktık, yarı yarıya yürüyerek sonra da tramvayla evimize döndük.
5 Zarla oynanan keyifli bir Hollanda oyunu varmış, waffle'larımızı yiyerek onu oynadık.
Bu post resimsiz oldu, zaten bir yandan teyzemle muhabbet ettim bi yandan yazdım...

Hollanda 3. Gün: 26 Nisan 2010


Dün süper düper şahane bir gündü. Bugün çok vaktim yok, çok yazamayacağım. Müzeler, kanal turları vs bizi bekler...

 
Çok özet olarak...

Volendam'a gittik. Çok güzel bir balıkçı kasabası. Kasaba diyorum ama aslında şehir. İç denizin kenarında... Deniz havası aldık, dolaştık, balık yedik, kahve içtik, kostümlü fotoğraflar çektirdik.

Oradan şehire döndük. Kuzen bizi şehirde indirdi. İlk defa Amsterdam sokaklarında yalnız takıldık. En önemli misyonumuz kocama wii oyunu almak olduğu için önce onu hallettik. Sonra Dam meydanındaki dönme dolaba bindik. Şehiri havadan görelim diye. İnince biraz oralarda takıldık. Guinness yazan bir Irish Pub bulduk, orada oturup biraları hüplettik. Sonra yine meydanlarda dolanıp Red Light'a gittik, ama henüz erkendi, biraz dolanıp başka bir bara oturduk. Brugge programı için turizm firmaları ile konuştuk. Muhtemelen yarın oraya gideceğiz.

Yeniden red light... Merkez istasyonda teyzemin evine giden tramwayı arama... Ve ev...

Hollanda 2. Gün: 25 Nisan 2010


Hollanda yazılarını daha oradayken yazmıştım. Hepsi bir yerde dursun diye buraya da aynı yazıları kopyaladım.

Kuzenim, burada bir takımda oynuyor. Bir yandan da aynı kulüpte çocukları çalıştırıyor, bir antrenörlük kursuna gidiyor vs. Dolayısıyla pazar günleri burada onun için futbol günü. Serkan da bavulları hazırlarken bana krampon koy, forma koy falan demişti de ben pek sallamamıştım. Ama kuzen, gerekli aranjmanları yapmış, kulübün başkanı vs ile konuşmuş, Serkan'ı takıma aldırdı. Kendi evlerinde oldukları için pek lisans falan sormuyorlarmış, bizimki de aradan kaynadı... Teyzemle biz de çimlere yayılıp onların maçını izledik. Epey bi nizami oynuyorlar, 90 dakika falan. Serkan 20-25 dakka oynadı ama bayıldı kaldı :)

Neyse ki şampiyonluk maçına çıkmış diğer takımı yendik, maç iyice keyifli oldu. Bu foto da bizim takım kutlamaları kabul ederken :) Kulüpte biraz takılıp biralarımızı içtik...

Sonra Faslı bir balıkçıya gidip akşam yemeğimizi sipariş ettik. Bir dolu kalamar, karides, hamsi, hollanda balıkları vs... Oradan da Angaraliyiz ya, ver elini İkea ve Media Markt.. Erkeklerle önce İkea'ya gittik, birer sosisli yedik, sonra onlar bizi orada bırakıp elektronik şeylerin fiyatını karşılaştırmaya gittiler !

Aradan iki saat geçip de telefon tacizleri bitmeyince mecburen bizi almaya gelen beylere katıldık. İstikamet ev! Kuzen pişen balıklarımızı almaya gitti, biz sofrayı hazırladık. Serkan tabi ki oturup ajax maçını seyretti.

Sonra misss gibi bir yemek... Yanında TR'den gelen rakılar, TV'de türk müzik kanalı. Masada karadeniz hamsisi var düşünün. İnsan valla unutuyor Hollanda'da olduğunu.

Ben baygın bakmaya başlamıştım ki, hadi dediler Çağların evine... Play station partisi var! Kuzenin evi yakın, yürüyerek gittik. Serkanla çağlar PS takılırken ben yine sızmışım tabi. Serkan 9-1 yenilince parti bitti, beni uyandırdılar, eve geri döndük... Fotoğraf kuzene yürürken elimizdeki boş şişelerle şaklabanlık yaparken...

Hollanda 1. Gün: 24 Nisan 2010

Hollanda yazılarını daha oradayken yazmıştım. Hepsi bir yerde dursun diye buraya da aynı yazıları kopyaladım.


Buranın saati ile sabah 6.30... Kalktım, kahvenin suyunu koydum o kaynarken buraya yazayım dedim...
Burada hem turistiz hem değiliz. Yanımızda burada yaşayan rehberler olunca pek turist gibi hissetmiyoruz kendimizi. Mesela normal şartlarda cumartesi gecesi TR'den ilk defa Hollandaya gelen birileri ne yapar?
Biz evde bira falan içip Beşiktaş-Sivas maçının özetini izledik. Zira teyzemler dedi ki "bugün cumartesi bi dolu sarhoş turist olur ortalarda rahat edemeyiz, hafta içi red light'a falan gidelim"... Ya da pazar sabahı için planımız şöyle. Kuzenimin oynadığı ligte maçı var 12'de. Eşime de takım forması, ayakkabı, tekmelik vs ayarladı. Bugün maç yapacaklar. Haaa oynadıkları takımdakilerin de hepsi Türk. Akşam da faslı bir balıkçının pişirdiği balıkları evde Yeşil Efe eşliğinde gümleteceğiz. Ya da birşey alacak oluyoruz, aman delimisiniz be bunlar turistler için diyorlar :)

8 gün kalacağız burada. Bir gününde Volendam'a bir gününde Brugge'e gitmeyi planlıyoruz. Bir gün kraliçenin doğumgünü. Orada sabahtan ikinci el satışı yapıp öğleden sonra takılacakmışız sağda solda... Turuncular içinde... Geri kalan günlerde Amsterdam'dayız.

Dün neler yaptık?

Havalanından 6.30 gibi çıktık. Eve geldik, sohbet kahvaltı vs. 9 gibi biraz uyuyalım dedik, ama ben gün bitiyor diye 12'de diktim kocamı ve bizi karşılayabilmek için sabah 4'de işten çıkıp uyumadan havaalanına gelen kuzenimi. Çıkıp bir tramvaya atlayıp, Müze Meydanında (museumplein) indik. Kuzen, Van Gogh müzesine girmek için bekleyenleri görüp dalga geçti. Tüm müze girişleri hafta içine ertelendi. Hafta sonu İngiltereden vs çok gelen oluyormuş, ve aslında haftasonu gezmek için pek uygun zamanlar değilmiş. Tadını çıkarmak istiyorsak hafta içi gitmek gerekiyormuş. Ya da bizi yedi, bilmiyorum...

Albert cuypmarkt'a gittik. Burası uluslararası bir pazar. Bir sokağin iki yanına tezgahlar kurulmuş. Sebze-meyveden, giyim kuşama, yerel şeylerden yiyecek içeceklere kadar bir dolu şey var.

Pazarda haring (ekmek içinde soğan, turşu ile sunulmuş çiğ balık) ve lumpia yedik. (vietnam sigara böreği. Derin yağda kızarmış böreklerin içinde sebze var, çin böreğini andırıyor. Acılı bir sosla yeniyor.). Foto Haring'çinin önünde...

Dönüşte Heineken Experence'ın oradan geçtik. İçine girmedik, kapısında falan sanki girmişiz gibi fotoğraf çektirdik. (Burası bir bira fabrikası, İrlanda'da Guinness'inkine gitmiştik. ) oradan bir yerde oturup kahve içtik. Hava esmediği zaman çok güzel. Kahve için oturduğumuz yerde güneş vuruyordu, dışarda t-shirtle oturduk.


Oradan bana sarı laleler almaya çiçek pazarına gittik. Açıkçası orayı hiiiiç öyle beklemiyordum. Sadece lale doğanları vardı, hiç açmış çiçek göremedik. Tam da lale zamanı halbuki... Mazhar nereden almış ki Biricik'e laleleri?



Bir dolu yer yürüdük. Kanalların üzerinde gezip durduk. Rembrant Meydanına gidip, usulden olduğu üzere fotoğraf çektirdik. Amsterdam resimleri satılıyordu. Çok güzel renklerde... Paraya kıyıp alamadım. danesine 15 Euro dediler. Ama aklım kaldı, gidip alabilirim. Tuschinski Sineması'na girmemiz önceden tembihlendiği halde unutmuşuz, girmedik. Başka bir gittiğimize kaldı. Buradaki bir smart shop'tan lolipop aldık! Smart shop kafa yapıcı maddelerin satıldığı dükkanlar. Hafif uyuşturucu türlerini buradan atıyorlar. Coffee shopların aksine burada birşey içemiyorsunuz, alıp gidiyorsunuz. Adamla kuzenin uzun mülakatları sonucu adam bize lolipop verdi. Haşhaşlı...

Oradan muhtelif yerlerde yürüdük. Açıkcası oralar nerelerdi bilmiyorum. Zaten bu yazıyı da google ve haritalar yardımı ile yazıyorum :) Nihayetinde Dam meydanına çıktık. Orada bir burger'a girdik. Sonra yine kanalların üzerinden yürüyerek bir bara gittik.

Burada test için 3 küçük bira isteyebiliyorsunuz. biz 3 kişi olduğumuzdan toplam 9 tane değişik küçük biramız oldu. Döndüre döndüre içtik. Sevdiklerimizi not ettik.

Sonra kanalın yanına atılmış masalardan birine oturduk. Bir bira da orada içtik. Bir milyon tane gay vardı, onları izledik. Bir ara yanımızdan beerbike diye birşey geçti. 22 kişilik bir bisiklet. Ya da tekerlekli masa diyelim. Amcalar bir yandan içip bir yandan pedal çeviriyorlar. Ve hatta şarkı söylüyorlar.

Ben barda tuvalete girmeyi unuttuğum için alışveriş merkezinde tuvalet aradık. O arada mango, lacoste gibi markaların fiyatlarına baktık. TR ile aynı. Teyzemle buluştuk. Dam civarında bir Arjantin Restaurantı bulup oturduk, bir yemek yedik. Yine dolana dolana döndük, tramvaya.

Yukarıda dediğim gibi daha fazla gezmek istemedi bizim yerliler. Tramvaya bindik, bir baktım yan koltukta üniversiteden arkadaş... Naber nedir vs vs konuşurken, bak dedi kimler var. Başka tanıdıklar... Komik oldu. Amsterdam cidden küçük yermiş.

Akşam evde maç özeti, bira, haşhaşlı çay derken ben sızdım gittim tabi . Sabahın 6.30'unda kalkıp, tam 1 saatte anca bu yazıyı yazdım.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Paris 4. Gün: 8 Haziran 2010

Paris'teki son tam günümüzü Disneyland'a ayırmak niyetindeyiz.Bunun için yine sabah erkenden otelden ayrılıp Doğu Garına gittik. Disneyland'e kadar trenle gidebilirsiniz, bunun için A hattına binmeniz gerekiyor. Bizim otelin önünden bu hat geçmediği için önce bir aktarma yaptık, sonra da A hattına bindik. Tümü 1 saat sürmüş bu işlerin. Disneyland sabahları 10'da açılıyor. Hafta için sanırım 19 gibi de kapanıyor. Hafta sonu çalışma saatleri biraz daha uzun. Çalışma saatlerine buradan bakabilirsiniz: http://news.disneylandparis.co.uk/calendar/index.xhtml#cldr

Biz giriş biletlerimizi kapıdan aldık. Internetten de alma imkanı var sanıyorum. Ama biz gittiğimizde çok da "high season" olmadığı için ve tabi sabah erken olduğu için sıra yoktu. Tam gittiğimizde yeni gişe açılması da şans olabilir tabi :)


Disneyland'ta 2 tane park var. Biri Disneyland Park, diğeri ise Walt Disney Stüdyoları. Biz her ikisine de gittik. "1 gün 2 park" olarak biletlerimizi aldık. Herşeye binelim, oradan oraya geçelim vs derseniz 1 gün yetmez. Ama biz hem roller coaster tarzı şeylerden hoşlanmadığımız için hem de zaten pariste topu topu 5 günümüz olduğu için tek gün gitmek zorunda kaldık. Ama havasını koklamak için bize yetti. Ben daha az para verdiğimizi hatırlıyorum ama şu anda 1 gün 2 park için 71 Euro alıyorlarmış. Güncel fiyatları buradan kontrol edebilirsiniz.

İçeride sıra var. Her yerde! Bazı yerlerde önceden rezervasyon yaparak sırayı azaltmanız nispeten mümkün ama biz bu sistemi pek kullanmadık. Zaten sınırlı sayıda yere girip çıktık. İkisi dışında hepsinden de çok keyif aldık.





Keyif almadıklarımız başında günün en sonunda girdiğimiz The Twilight Zone Tower of Terror. Burası stüdyoların olduğu tarafta 13 katlı bir otel. Asansöre biniyorsunuz ve bam asansör düşüyor. Bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Tansiyon hastası bir insanım ben! her tarafta da yazıyordu kalp hastasiysanız girmeyin, hamileyseniz aman haaaa falan diye ama 13 yaşındaki çocuklar bile sırada olunca sallamadık, girdik sıraya. Tek hatırladığım ablamın "Şebnem bağır" demesi. Zira herkes çığlık çığlığa bağırırken ben kitlendim kaldım. Kimisi için çok komik gelebilir bu dediklerim çünkü baktım benim dışımda herkes çok eğlenmişti. Ama bu aktiviteler bana göre değil, ne yapayım.




Diğer keyif almadığımız, alamadığımız aktivite ise trenle gezilen bir şeydi. Ona binemedik. Teknik bir sıkıntı oldu sanırım. Yaklaşık 45 dakika sıra bekledik, sonra da bir anons duyduk. "Sorun var, ne zaman başlayacağı belli değil, isterseniz bekleyebilirsiniz" diye. Girmek de zor, çıkmak da zor bir sıradan çıkmak zorunda kaldık.

Onun dışındaki her şey gayet güzeldi. Hediyelik eşyacılar ve yemek yerleri de başarılıydı. Ama sıra sıra sıra... her yerde!

Akşam 6 gibi oradan ayrıldık. Yine tren + metro ile otele döndük. Elimizdeki fazla yükü bırakıp hemen yine sokağa attık kendimizi. Paris'teki son gecemiz. Ama Disneyland bizi iyi yormuş. Otele yakın olan republique meydanına da hemen hızlıca bir KFC bulduk ve orada yedik. Bundan önce aslında küçük bir alışveriş de yaptık. Orada en çok kullandığımız süpermarket zinciri olan Marche Franprix'den Türkiye'ye getirmek üzere 4-5 Euro'luk şaraplar aldık.

Yemekten sonra çöken ağırlığa aldırmadan biraz yürüyelim içecek bir şeyler, oturacak bir yerler bulalım dedik. Bu sefer metro kullanmak yerine yürümek istedik. Aslında otelimiz şehir merkezine yürüme mesafesindeydi ama gün içinde hep çok yürüyeceğimizi bildiğimizden genelde sabah ve akşamları metroyu kullanmayı tercih etmiştik. Bu sefer acelemiz yok.




Republique Bulvarından Rue du Temple'a dönüyoruz. Yürüyerek önce Pompidou Centre'in önünden geçiyoruz. Burayı programımıza almamıştık, o kadar sanattan anlayan sanat meraklısı insanlar değiliz. Daha sonra "Place igor stravinsky" önünde bir fotoğraf çektirdik:) Ama Fotoğraf çektirdiğimiz yerin neresi olduğunu ancak 2 dakika önce öğrendim. Yaşasın Google Maps Street View.


Oradan bir yerde oturup şarap içiyoruz. St Denis Sokağındaki Cafe Arena... Bölge cıvıl cıvıl. Gay bölgesi sanırım, hatta oturduğumuz yer de bir gay bar. Oradan kalkıp yine Latin Quarter'a gittik. Biraz hediyelik eşya alışverişi yaptık. Sonra yine otel.

Aslında 5. günümüz daha var Paris'te, ama son gün sadece ufak bir tur yapıp bir yerde bir kahve içip günü bitiriyoruz.

20 Ocak 2012 Cuma

Paris 3. Gün: 7 Haziran 2010 (2. Kısım)

Günün önceki kısmında en son La Fayette'i gezmiştik. Oradan çıkıp Sacre Couer Bazilikasına gitmeye karar verdik. Otobüsle gideceğiz bu sefer, biraz yol sorup yolumuzu bulduk. Bazilikanın oraya çıkmak için bir teleferik de var ama biz yürümeyi tercih ettik. Biraz yorucu oldu ama. Yürümeyi sevmiyorsanız teleferik daha iyi bir fikir olabilir. Yürümenin avantajı ise küçük Paris sokaklarında dolanmanın keyfi.

Biz otobüse yanlış bilmiyorsam Chaussee d'Antin durağından bindik. Haritalara göre bu duraktan binince iki aktarma yapmak gerekiyor, ama biz tek otobüs + 30 dakikalık yürüyüş ile vardık diye hatırlıyorum.

En sonda Rue Chappe'deki merdivenler ile mutlu sona ulaştık.

Bazilikaya çok vakit ayırmadık açıkcası. Manzara, sokak gösterileri ve hediyelikler ile bazilikanın üzerinde bulunduğu Montmartre tepesi daha çok ilgimizi çekiyor. Zira Bazilika'nın içinde pek bir numara yok. Sürekli kilise falan gezdikten sonra çok çekici gelmedi. Yukarıya çıkmak keyifli olabilirdi, ona da gücümüz yoktu. Hem akşam Eyfel'den tüm Paris'e bakacaktık. Yanlış hatırlamıyorsam Eniştem bir niyetlendi çıkmaya ama o da yol yakınken geri döndü.

Teleferiğin hemen yanında bir hediyelik eşyacı vardı. Ordan Ben&Jerry'nin nefis dondurmasını alıp hediyelik eşya aldık. Buradan güzel hediyelikler aldığımızı hatırlıyorum.

Sonra benzer bir yol izleyerek yeniden şehre döndük. Eyfel için biletlerimiz var önceden aldığımız. (Bkz: Paris'e gitmeden önce) Akşam 20.30'da yukarı çıkacağız. Önceden şarap ve muhtelif gıda temin ettik, ama içeriye bunları almayacaklarını düşünemedik. Üzülerek cam şişede olan her şeyi güvenliğe teslim ettik. İçeriye cam, kesici alet vs almıyorlar. Nedense bizim tirbişonumuzu görmemezlikten geldiler.
Sıra beklemedik. Zira biletlerimiz vardı. Sıraya girmiş bir dolu adamın yanından kırıta kırıta geçmek hoş oluyor doğrusu. Yukarıya inmemiz çıkmamız toplam 1 saat sürdü. İçerisi kalabalık, asansörlere binmek için sıra bekleniyor. Eyfel 2 kattan oluşuyor. İlk kata sıra beklemeden önceden alınmış biletlerimiz sayesinde rahat çıktık. Ancak ondan sonra yeniden sıraya girip bir üst kata çıkan asansöre binmek gerekiyor. Ama buna sıra denir mi bilmiyorum. Katta 360 derece dolaşırken aslında bir sıradasınız. Tek sorun gezme hızınızı siz değil sıranın ilerleme hızı belirliyor.

Yeniden asansöre binip en tepeye çıktık. Benzer şekilde orada da bir 360 derece dolandık. Sonra da gerisin geriye indik :)

Şart mıdır? Değildir. Ama Paris'e gidince de olmazsa olmazlardandır bence. Bi görmek lazım.

İnince en keyifli gecemiz başlıyor. Aşağıda bir dolu göçmen var. Kimi gizlice şarap satıyor, kimi de anahtarlık. Biz kaptırdığımız şarabın yerine bir şarap bulalım diyoruz. 36 Euro diyor satıcı. 6 Euro'ya alıyoruz sonra. Hemen yakınlarda bir market yok, olsa 3 euro'ya da alırız biz o şarabı :) Cantamızda önceden tedarik ettiğimiz plastik bardaklarımız da olduğundan çimlere yayılıp keyif yapma zamanı. Paris'i bitirdik gözüyle bakıyoruz artık, çünkü ertesi gün Disneyland'a gideceğiz, son gün de öğlen 2'de uçağımız var zaten.

Biz hafif çakırkeyf olmuşken bir turist her tarafı kahkahaya boğuyor. Keyifli bir gece geçiriyoruz.